Bülent Ertekin
Köşe Yazarı
Bülent Ertekin
 

AYASOFYA'YI BOŞMU ZANNEDERSİN EVLÂT?

İstanbul...  Aşkı... Sevdası... AYASOFYA İstanbul bir güzel, Ayasofya ise o güzelin boynunda inci,  gerdanlık.  Bu gerdanlığın, bu ziynetin ise  bedeli yok.  Zira BEDELİNİ ecdat KANI İLE ÖDEDİ... Milletimizin ve  ecdadımızın  gönlünde kördüğüm gibi olan bir sevdadır AYASOFYA... ....... 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesiyle cami olarak hizmet vermeye başlayan Ayasofya’nın 1 Şubat 1935 yılında bu yana müze olarak kullanılmaktadır. O günden bu yana yani tam tamına 83 yıldır müzedir ve para verilerek Allah'ın mescidine kirli ayaklarımız ile ABDESTSİZ ve PARA VEREREK GİRİYORUZ. Varmı bu zulmün bir benzeri? Varmı böyle bir ihanetin emsali? Ha söyleyin, gerçekten varmı.? Ayasofya 24.11.1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile müze haline getirildi. Ayasofya; İstanbul’un TAPUSU, aynı zaman da bu topraklarda ‘inandım’ diyerek yaşayan her kim varsa hepsinin NAMUSUDUR. Ayasofya hayali gönülden giderse yahut bir daha secdeye eğilmezse orada başlar;  hayal tükenmiş, dava tükenmiş, gaye tükenmiştir. Ki şimdi tam da öyledir işte. Kendi vatanında, kendi şehrinde ve kendi mabedinde başını secdeye eğemiyorsan, söz de tükenmiştir.  Lâkin sormak icap eder şimdi; bir benim mi ağrıma gidiyor ecdadın başını secdeye koyup da ibadet ettiği yerlere ayakkabılarla basıyor olmak? Bence hayır, senin de benim de ve biz gibi pek çoğunun da ağırına gidiyor biliyorum. İşte belki de bunun için Ayasofya’yı açmak ölümden uyanmak gibi, Ayasofya’yı açmak yeniden doğmak gibi...   MİFTAH, genç yazar Fatih DUMAN'ın kaleminden yazılmış ve bir nefeste okunacak sırlarla dolu bir roman. O sırların içinde kendinizi bu romanın içinde bulacak ve sırrın sırına ereceksiniz. Aşağıda bir bölümünü okuyacağınız kısım ile ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. O halde Buyrun... ....... Az sonra yağmur ansızın öyle şiddetlendi ki başımın üzerine taşlar yağar gibi hissettim ve o yağmurun altında orada oturmayı ne kadar çok istesem de dayanamadım daha fazla. Kalkıp hızlı adımlarla Ayasofya’nın avlusunu dış duvarının önünde bir kenara iliştim.Yağmur durana kadar bekleyecektim belki de lâkin o yaşlı adamı yine görmeseydim orada. Gökten boşanırcasına yağan yağmurun altında Sultan Ahmed Camii tarafindan bana doğru yürüyor ve sanki benden başka kimse onu görmüyordu. Bu kez üzerinde beyaz bir entari vardı ve sanki yağmur onu ıslatmıyor, bulutların kararttığı o havada bir ay gibi parlıyordu. Ve gözlerini tam gözlerimin içine dikmiş öylece bana bakıyordu. O an içimde yanan ateşi söndürmeye yağmurlar dahi yetmezdi. O yürüdükçe benim içime bir ateş salınıyor, o yürüdükçe zaman bir başka vakte bürünüyor. Mekan değişiyor, zaman değişiyor, insan değişiyor ve ben değişiyordum sanki. Ve o bana doğru yürüyor, içimdeki ateş beni eritiyordu.  Yanıma geldiği vakit nefesim ciğerimde düğümlendi. Ay gibi yüzünde bir tebessüm, beyaz sakallarında bir vakit, hatta belki her vakit sırlanmış gibi geldi ve tebessümün oturduğu yüzü gözlerime ilişti ve her şey değişti o an. İnce beyaz parmaklarıyla dokundu elime. “Neyi bekliyorsun evlat? Haydi, gel gidelim” dedi de hiçbir şey söyleyemeden peşi sıra yürüdüm. Ve zaman kayboldu gözümde, mekan kayboldu, ben kayboldum. Karardı birden her şey, her yer bir karanlığa büründü. Nereden geçtim, hangi kapıdan, hangi yoldan ve nereden geldik bilmiyorum. Lâkin Ayasofya’nın büyük kapısının önündeydik ve sağ ayaklarımızı atıp besmele çekerek girdik içeri. O dakika bir ses doldu kulaklarıma, öyle derinden ve o kadar güzel. İçerisi bomboştu, kimse yoktu. Peki ama nereden geliyordu bu ses ?  “Hû...Allah…” Etrafima bakındım. Birilerini görürüm sandım. Âmâ yok, kimse yoktu. Lâkin sesi işitiyordum hâlâ. Sanki bir yerden değil her yerden geliyordu:  Hû...Allah…” Sonra birkaç adım daha attık beraber. Her adımda hafifliyordum, her adımda değişiyordum. Ben yanımdaki o yaşlı adamın yüzüne bakmaktan korkuyordum. Zira anlayamıyordum bir şey. Biraz ileride hemen sağ tarafımızda bir ufak kapı çıktı karşımıza. Küçük bir kapı, duvarla bir gibi ve sanki taşla örülmüş, sırlanmış , gizlenmiş … Öylece durduk kapının önünde. Sesler o kapının ardından geliyordu… ve bir ses işittim o vakit hemen yanımda duran o yaşlı adamdan: “Vaktidir evlat, emanet sendedir… Haydi, aç kapıyı …” Ellerim titreyerek çıkardım cebimden dedemden aldığım o kutuyu. Aynen onun dediği gibi açtım. Ve içindeki anahtarı avuçlarıma aldım. Yandım sanki, titremekten ne edeceğimi bilemedim. Hiçbir şey düşünmeden ve beklemeden açtım kapıyı ve bir başka alem açıldı sanki önümde. Genzime bir koku doldu ki daha evvel böyle güzelini hiçbir vakit koklamadım. Ve o sesin nereden geldiğini işte o vakit anladım. Penceresiz lâkin insanın gözlerini alacak kadar aydınlık ve duvarları bembeyaz boyalı bir oda ve ortasında dizleri üzerinde yedi kişi … Oturdukları yerde sallana sallana bütün sesleri unuttururcasına bir zikre tutuşmuşlar:  “Hû… Allah…” O an nedensiz yaşlar döküldü gözümden. Yüzlerini göremiyordum ve o kapıdan içeri giremiyordum sadece bakıyor, duyuyor ya da hissediyordum. “Kim bunlar?” dedim yanımda duran ve ismini söylemeye çekindiğim adama “Burada ne yapıyorlar?”  “Onların kim olduğu söylenmez, hissedilir. Hem sen burayı, Ayasofya’yı boş mu zannederdin evlat? Hele dön de bir ardına bak ki boş mudur Ayasofya” dedi ve birden dondum.  Arkama, Ayasofya’nın içine baktım da bütün bedenim titredi… Bir de gördüm ki Ayasofya’nın içi her adımına, her karışına ve her zerresine kadar bembeyaz elbiselere bürünmüş insanlarla dolu. Kim bunlar, ne ara gelmişler, nereden gelmişler ve nasıl olmuş da girmişler? Aklımı yitirmiş olmam gerek ya da ölmüş olmam gerek. Bu nasıl bir hal! Her yanda bembeyaz giyinmiş insanlar. Hani desem ki kubbesine değin bir kalabalık hep bir ağızdan aynı sesi sayıklar gibi söylüyorlar:  “Hû… Allah…” Ve bir ezan sesi ile ruhum kanatlandı o an. Onca cemaat ve bir de ben… Ayaklarımın altındaki zemin kaydı gitti sandım. Zaman değişti, yaşlandım, tükendim, öldüm sandım. Ve aktan ak entarili onca adamın arasında bir ben garip kaldım. Başımı yerden kaldırdım bir aralık. Ötede, uzakta gördüğüm iki yüz, iki sima gözlerimden yaşlar indirdi. İçimde bir gariplik… sevindim mi üzüldüm mü bilmiyorum. Zira o gördüğüm dedemin yüzüydü ve yanında, hemen yanı başında Ömer Efendi ile beraber öylece bekliyorlardı. Namaza duruyorlardı. Ve minbere bakıyorlardı. O dakika fark ettim minberde birinin olduğunu. Bakıyordum ama bilemiyordum. Kimdi minberde duran? Ne yapıyordu? Ne söylüyordu? Peki, Ayasofya’yı böyle fersinden arşına değin dolduranlar kimdi? Zihnim bulandı, başım dolandı, gözlerim karardı, yer kaydı sanki ayaklarımın altından da duramadım. Bedenimden kan çekildi ve başımdan aşağı buz misali terler aktı ve soğudu birden bütün her şey, nefesim kesildi ve yığıldım. Secde eder gibi yere kapandım … Sadece daha evvel dedemden işittiğim bir ayeti duydum o vakit minberdeki o adamın lahuti sesinden. Ve gözlerim kapandı, her şey karardı: “ Allah’ın mescitlerini, içinde Allah’ın adı anılmaktan meneden ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim olabilir? Onların oralara korkarak girmekten başka hakları yoktur ve onlara dünyada rezillik ve ahirette büyük bir azap vardır.” MİFTAH A.g.k sayfa 267/270 Selâm ve dua ile Bülent ERTEKİN 
Ekleme Tarihi: 31 Aralık 2017 - Pazar

AYASOFYA'YI BOŞMU ZANNEDERSİN EVLÂT?

İstanbul... 
Aşkı...
Sevdası...
AYASOFYA
İstanbul bir güzel, Ayasofya ise o güzelin boynunda inci,  gerdanlık. 
Bu gerdanlığın, bu ziynetin ise  bedeli yok. 
Zira BEDELİNİ ecdat KANI İLE ÖDEDİ...
Milletimizin ve  ecdadımızın  gönlünde kördüğüm gibi olan bir sevdadır AYASOFYA...
.......

1453’te Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesiyle cami olarak hizmet vermeye başlayan Ayasofya’nın 1 Şubat 1935 yılında bu yana müze olarak kullanılmaktadır. O günden bu yana yani tam tamına 83 yıldır müzedir ve para verilerek Allah'ın mescidine kirli ayaklarımız ile ABDESTSİZ ve PARA VEREREK GİRİYORUZ.
Varmı bu zulmün bir benzeri?
Varmı böyle bir ihanetin emsali?
Ha söyleyin, gerçekten varmı.?
Ayasofya 24.11.1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile müze haline getirildi.

Ayasofya; İstanbul’un TAPUSU, aynı zaman da bu topraklarda ‘inandım’ diyerek yaşayan her kim varsa hepsinin NAMUSUDUR. Ayasofya hayali gönülden giderse yahut bir daha secdeye eğilmezse orada başlar;  hayal tükenmiş, dava tükenmiş, gaye tükenmiştir. Ki şimdi tam da öyledir işte. Kendi vatanında, kendi şehrinde ve kendi mabedinde başını secdeye eğemiyorsan, söz de tükenmiştir. 
Lâkin sormak icap eder şimdi; bir benim mi ağrıma gidiyor ecdadın başını secdeye koyup da ibadet ettiği yerlere ayakkabılarla basıyor olmak? Bence hayır, senin de benim de ve biz gibi pek çoğunun da ağırına gidiyor biliyorum. İşte belki de bunun için Ayasofya’yı açmak ölümden uyanmak gibi, Ayasofya’yı açmak yeniden doğmak gibi...
 
MİFTAH, genç yazar Fatih DUMAN'ın kaleminden yazılmış ve bir nefeste okunacak sırlarla dolu bir roman. O sırların içinde kendinizi bu romanın içinde bulacak ve sırrın sırına ereceksiniz. Aşağıda bir bölümünü okuyacağınız kısım ile ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. O halde
Buyrun...
.......

Az sonra yağmur ansızın öyle şiddetlendi ki başımın üzerine taşlar yağar gibi hissettim ve o yağmurun altında orada oturmayı ne kadar çok istesem de dayanamadım daha fazla. Kalkıp hızlı adımlarla Ayasofya’nın avlusunu dış duvarının önünde bir kenara iliştim.Yağmur durana kadar bekleyecektim belki de lâkin o yaşlı adamı yine görmeseydim orada.

Gökten boşanırcasına yağan yağmurun altında Sultan Ahmed Camii tarafindan bana doğru yürüyor ve sanki benden başka kimse onu görmüyordu. Bu kez üzerinde beyaz bir entari vardı ve sanki yağmur onu ıslatmıyor, bulutların kararttığı o havada bir ay gibi parlıyordu. Ve gözlerini tam gözlerimin içine dikmiş öylece bana bakıyordu. O an içimde yanan ateşi söndürmeye yağmurlar dahi yetmezdi. O yürüdükçe benim içime bir ateş salınıyor, o yürüdükçe zaman bir başka vakte bürünüyor. Mekan değişiyor, zaman değişiyor, insan değişiyor ve ben değişiyordum sanki. Ve o bana doğru yürüyor, içimdeki ateş beni eritiyordu. 

Yanıma geldiği vakit nefesim ciğerimde düğümlendi. Ay gibi yüzünde bir tebessüm, beyaz sakallarında bir vakit, hatta belki her vakit sırlanmış gibi geldi ve tebessümün oturduğu yüzü gözlerime ilişti ve her şey değişti o an. İnce beyaz parmaklarıyla dokundu elime.

“Neyi bekliyorsun evlat? Haydi, gel gidelim” dedi de hiçbir şey söyleyemeden peşi sıra yürüdüm. Ve zaman kayboldu gözümde, mekan kayboldu, ben kayboldum. Karardı birden her şey, her yer bir karanlığa büründü.

Nereden geçtim, hangi kapıdan, hangi yoldan ve nereden geldik bilmiyorum. Lâkin Ayasofya’nın büyük kapısının önündeydik ve sağ ayaklarımızı atıp besmele çekerek girdik içeri. O dakika bir ses doldu kulaklarıma, öyle derinden ve o kadar güzel. İçerisi bomboştu, kimse yoktu. Peki ama nereden geliyordu bu ses ? 

“Hû...Allah…”

Etrafima bakındım. Birilerini görürüm sandım. Âmâ yok, kimse yoktu. Lâkin sesi işitiyordum hâlâ. Sanki bir yerden değil her yerden geliyordu: 

Hû...Allah…”

Sonra birkaç adım daha attık beraber. Her adımda hafifliyordum, her adımda değişiyordum. Ben yanımdaki o yaşlı adamın yüzüne bakmaktan korkuyordum. Zira anlayamıyordum bir şey. Biraz ileride hemen sağ tarafımızda bir ufak kapı çıktı karşımıza. Küçük bir kapı, duvarla bir gibi ve sanki taşla örülmüş, sırlanmış , gizlenmiş …

Öylece durduk kapının önünde. Sesler o kapının ardından geliyordu… ve bir ses işittim o vakit hemen yanımda duran o yaşlı adamdan:

“Vaktidir evlat, emanet sendedir… Haydi, aç kapıyı …”

Ellerim titreyerek çıkardım cebimden dedemden aldığım o kutuyu. Aynen onun dediği gibi açtım. Ve içindeki anahtarı avuçlarıma aldım. Yandım sanki, titremekten ne edeceğimi bilemedim. Hiçbir şey düşünmeden ve beklemeden açtım kapıyı ve bir başka alem açıldı sanki önümde. Genzime bir koku doldu ki daha evvel böyle güzelini hiçbir vakit koklamadım. Ve o sesin nereden geldiğini işte o vakit anladım.

Penceresiz lâkin insanın gözlerini alacak kadar aydınlık ve duvarları bembeyaz boyalı bir oda ve ortasında dizleri üzerinde yedi kişi … Oturdukları yerde sallana sallana bütün sesleri unuttururcasına bir zikre tutuşmuşlar: 

“Hû… Allah…”

O an nedensiz yaşlar döküldü gözümden. Yüzlerini göremiyordum ve o kapıdan içeri giremiyordum sadece bakıyor, duyuyor ya da hissediyordum.

“Kim bunlar?” dedim yanımda duran ve ismini söylemeye çekindiğim adama “Burada ne yapıyorlar?” 

“Onların kim olduğu söylenmez, hissedilir. Hem sen burayı, Ayasofya’yı boş mu zannederdin evlat? Hele dön de bir ardına bak ki boş mudur Ayasofya” dedi ve birden dondum.  Arkama, Ayasofya’nın içine baktım da bütün bedenim titredi…

Bir de gördüm ki Ayasofya’nın içi her adımına, her karışına ve her zerresine kadar bembeyaz elbiselere bürünmüş insanlarla dolu. Kim bunlar, ne ara gelmişler, nereden gelmişler ve nasıl olmuş da girmişler? Aklımı yitirmiş olmam gerek ya da ölmüş olmam gerek. Bu nasıl bir hal! Her yanda bembeyaz giyinmiş insanlar. Hani desem ki kubbesine değin bir kalabalık hep bir ağızdan aynı sesi sayıklar gibi söylüyorlar: 

“Hû… Allah…”

Ve bir ezan sesi ile ruhum kanatlandı o an. Onca cemaat ve bir de ben… Ayaklarımın altındaki zemin kaydı gitti sandım. Zaman değişti, yaşlandım, tükendim, öldüm sandım.

Ve aktan ak entarili onca adamın arasında bir ben garip kaldım. Başımı yerden kaldırdım bir aralık. Ötede, uzakta gördüğüm iki yüz, iki sima gözlerimden yaşlar indirdi. İçimde bir gariplik… sevindim mi üzüldüm mü bilmiyorum. Zira o gördüğüm dedemin yüzüydü ve yanında, hemen yanı başında Ömer Efendi ile beraber öylece bekliyorlardı. Namaza duruyorlardı. Ve minbere bakıyorlardı.

O dakika fark ettim minberde birinin olduğunu. Bakıyordum ama bilemiyordum. Kimdi minberde duran? Ne yapıyordu? Ne söylüyordu? Peki, Ayasofya’yı böyle fersinden arşına değin dolduranlar kimdi?

Zihnim bulandı, başım dolandı, gözlerim karardı, yer kaydı sanki ayaklarımın altından da duramadım. Bedenimden kan çekildi ve başımdan aşağı buz misali terler aktı ve soğudu birden bütün her şey, nefesim kesildi ve yığıldım. Secde eder gibi yere kapandım …

Sadece daha evvel dedemden işittiğim bir ayeti duydum o vakit minberdeki o adamın lahuti sesinden. Ve gözlerim kapandı, her şey karardı:

“ Allah’ın mescitlerini, içinde Allah’ın adı anılmaktan meneden ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim olabilir? Onların oralara korkarak girmekten başka hakları yoktur ve onlara dünyada rezillik ve ahirette büyük bir azap vardır.”

MİFTAH
A.g.k sayfa
267/270

Selâm ve dua ile
Bülent ERTEKİN 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve habergundemim.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.