Tolga Turan
Köşe Yazarı
Tolga Turan
 

KAYBOLAN DEĞERLERİMİZ

KAYBOLAN DEĞERLERİMİZ… Evet; kaybolan değerler, kaybedilen değerler ya da kaybettirilen değerler. Şu üç şekilde de bizler bir şeyler kaybediyoruz. Bizler ki; tarih sayfalarına adı altın harflerle yazılmış bir neslin torunları, bizler ki üç kıtada hüküm sürmüş bir imparatorluğun evlatları ve yine bizler ki İslamiyet nuruyla yıkanmış bir ecdadın varisleri; ne çok şey kaybettik, öyle değil mi? Milletimizin toplumsal yaşamında çok önemli bir yeri olan ahlaki ve kültürel değerlerimizin olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu değerlere sahip çıkmak, onları yaşamak, yaşatmak herkesin üzerine düşen bir görevdir. Sahip olduğumuz bu değerlerin yaşanması ve yaşatılmasıyla, geçmişten geleceğe daha umutla ve güvenle bakabilir, bunları kaybettiğimiz zaman, geçmişi geleceğe bağlayan en temel bağları da koparmış oluruz diye düşünmüyorum. Günümüzde özel yaşamımızda olduğu gibi sosyal, toplumsal, ekonomik ve kültürel hayatımızda, sürekli bir erozyon yaşıyoruz; buna rağmen bu erozyonun sosyal, kültürel ve psikolojik tahlillerini yapmıyor, geçmiş günlerin, kaybolan yılların fikir muhasebesini yeterince tutmuyoruz. Sevgi, saygı hoşgörü ve yardımlaşma duyguları, komşuluk aile ve akraba ilişkileri, sabır, şükür, ahde vefa gibi kavramlar, toplum hayatımızda var olan; ama zaman içerisinde kaybolmaya yüz tutmuş bulunan ahlaki değerlerimizdir. Bu kavramlar, hayatı anlamlı kılan, yaşamı güzelleştiren, var olduğu yere huzur veren, mutluluk getiren kavramlardır. Bunlardan sevgi ve saygının varlığında huzur, yokluğunda hüzün yaşarız. Millet olarak “Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” anlayışına sahibiz. Bu değerleri kaybetmekle; insanı hayata bağlayan güçlü bir bağı kopardığımızın farkında bile değiliz. İnanıyorum ki; kişi önce kendisini sevmeli, hayatı sevmeli, yaratanı, sonra yaratılanı sevmelidir. Bunları severken; önce yaratana, sonra yaratılmasına vesile olan anne babaya, kendisine, yaşadığı her ortamda, ulaşabildiğince herkese ve çevreye saygı sunmalıdır. Bizi biz yapan moral değerlerimiz zayıflayıp kaybolmakta, bu değerlerin yerine insanımızı mutlu edecek bir şeyler koyamadığımız için toplum bir boşluğa sürüklenmektedir. Ahlak ve kültür değerlerimizin kaybedilmesi, bu güzelim dünyamızın yaşanılmaz, çekilmez bir hal almasına sebep olmaktadır. Kaybettiğimiz değerleri andıkça, hayatın güzelliklerini nasıl kaybettiğimizi daha iyi anlıyoruz. Örneğin: Kanaati kaybettik, doymak bilmeyen maddi bir hırsın pençesine düştük. Ahde vefa yaşamımızın özü bilinir, söz senet kabul edilirdi. Bu duyguyu kaybedeli senet bile geçersiz oldu. Haram-helal kavramlarını kaybettik, amaçları için doğayı ve çevreyi yok eden, akarsu ve denizleri mahveden, ormanları katleden, yetim hakkı nedir bilmeyen, yaptıklarıyla vicdan azabı duymayan, kaçak elektrik ve su kullanmayı, yetim hakkı yemeyi maharet sayan insanların çoğaldığını gördük. Çocukluğumuzda kütüphaneler, ödevlerimizi yapmak için buluşma noktamız olurdu. O güzelim yapıların içerisinde, kendine has havası ve sıcaklığıyla, kitap kokuları arasında aradığımız bilgiye ulaşmaya çalışırdık. Günümüzde kütüphane kültürü giderek azaldı, internet cefalar buluşma noktası oldu ve nimet sayıldı. Bu sayede belki istenilen bilgiye bir tuş kadar yakınlaştık ama bunun getirdiği olumlu-olumsuz yeniliklerle sanal âlemin olanca olumsuzluğu evlerimize kadar ulaşmış oldu. Otobüslerde genç ve çocukların, kendilerinden büyük hasta, hamile, çocuklu ve yaşlılara yer vermeleri doğal bir sorumluluk kabul edilir, öyle davranılırdı. Bu düşünce zihinlere nakşedildiği için, çoğu zaman oturulmazdı. Oturulduğunda ise kalkmak da görev bilinirdi. Günümüzde bu duyguyu kaybedenler, oturdukları koltuktan dışarı bakar, yapmacık uykuya dalar, hasta numarası yapar ya da görmezden geldikleri kişiler tarafından görülmediklerini sanırlar. Bayramlarda büyüklerimizin elini öpmeyi de görev bilir, evde anne babamızın elini öptükten, onlarla bayramlaştıktan sonra komşuları dolaşır, bunu zevkle yapardık. Bayramlarda bir tebrik kartı göndermek bile, büyük bir mutluluk verirdi. Kaybettiğimiz bu değerin boşluğunu, şimdi telefon mesajlarıyla doldurmaya çalışıyoruz. Bayramlaşma için anne baba ve akrabalara gitmek yerine, yurt dışına tatil planları yapıyor, bayramı tatil olarak anlıyor öyle yaşıyoruz. Öğretmene saygı, anne babaya saygı kabul edilir, hatta öğretmenin eline: “Eti senin kemiği benim” anlayışıyla teslim edilirdi çocuklarımız. Ama hiçbir öğretmende çocuğun etini kemiğinden ayırt etmemişti. Öğretmene olan saygısından dolayı çocuk, parmak kaldırıp, bildiğini söylemeye bile utanırdı. Sokakta görse selam vermeden geçmez, belki de öğretmeni onu sokakta görmesin diye yolunu değiştirirdi. Şimdi ise değer kaybı sebebiyle, öğretmeninin yolunu kesen ve sınıfta öğretmenini döven, sıra arkadaşını vuran öğrenciler görüyoruz. Komşuluk ilişkilerimizin de ayrı bir önemi vardı. Komşuyu komşunun külüne muhtaç bilir, onun aç olması halinde tok yatamayacağı bir inanç ve anlayışa sahipti insanımız. Kaybettiğimiz bu değerle, kalabalıklar içerisinde yalnızlaştığımızın maalesef farkında bile değiliz. Aynı apartmanda yaşadığımız, aynı kapıyı, aynı asansör veya merdiveni kullandığımız halde, komşumuzun vefatını geç duyuyor, hatta cenazesine bile katılamıyoruz. Asırlardır millet hayatımızı düzenleyen sayamadığımız güzellikteki bu ve benzeri değerleri kaybettikçe çok şey kaybediyoruz. Ne sevincimizi, nede üzüntümüzü yeterince paylaşmıyoruz. Oysaki “sevinçlerin paylaşıldıkça çoğaldığını, üzüntülerin paylaşıldıkça azaldığını” hepimiz biliyoruz. Çoğu zaman selamlaşmıyoruz bile. Günaydın, iyi günler hayırlı işler demek sanki ağır geliyor insanımıza. Oysa güler yüzle, tebessümle selamlaşmak, iyi günler, hayırlı işler temennisiyle işe başlamak ayrı bir haz ve huzur verir insana. Sahip olduğumuz nimete şükrün, zahmete sabrın azalmasıyla, anlıyoruz ki; sabır ve şükür kavramları da, kaybolmaya yüz tutmuş değerlerimiz arasına girmiş bulunmaktadır. Yolda yan baktı diye adam keser, bana yüz vermedi diye kız biçer, param yok diye intihar eder olduk. Yaşanan her güzel şeyi mazi diye raflara kaldırdık. Anlık, basit sevdaları aşk diye kâğıtlara yazdık. Oysa bilemedik, bilmek istemedik en güzel aşkların baki aşklar olduğunu; fani , camit, değersiz aşklarla kendimizi avuttuk ya da belki döner diye o belki lebin ardına sığındık… Evet, kaybolan değerler dedik. Hâlbuki ne çok değerler kaybettik, bir bilsek, bir hatırlasak… Yalnız, hatırlamak istersek; aynanın karşısına geçip zamanın bizden ne çok şey götürdüğünü anlamamız yeter. İşte o zaman kaybolan değerlerin manasını keşfetmiş oluruz. Zaten o zaman da iş işten geçmiş olur. Değerlerimize sahip çıkmalıyız, onları korumalıyız, emaneti aldığımız gibi, bizden sonraki nesle aynen teslim etmeliyiz. Üzerimizde oynanan oyunlara prim vermemeliyiz. Bunun da tek yolu bu değerleri, toplum yaşamında yaşatmaktan geçer.
Ekleme Tarihi: 25 Aralık 2019 - Çarşamba

KAYBOLAN DEĞERLERİMİZ

KAYBOLAN DEĞERLERİMİZ…
Evet; kaybolan değerler, kaybedilen değerler ya da kaybettirilen değerler. Şu üç şekilde de bizler bir şeyler kaybediyoruz. Bizler ki; tarih sayfalarına adı altın harflerle yazılmış bir neslin torunları, bizler ki üç kıtada hüküm sürmüş bir imparatorluğun evlatları ve yine bizler ki İslamiyet nuruyla yıkanmış bir ecdadın varisleri; ne çok şey kaybettik, öyle değil mi?
Milletimizin toplumsal yaşamında çok önemli bir yeri olan ahlaki ve kültürel değerlerimizin olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu değerlere sahip çıkmak, onları yaşamak, yaşatmak herkesin üzerine düşen bir görevdir. Sahip olduğumuz bu değerlerin yaşanması ve yaşatılmasıyla, geçmişten geleceğe daha umutla ve güvenle bakabilir, bunları kaybettiğimiz zaman, geçmişi geleceğe bağlayan en temel bağları da koparmış oluruz diye düşünmüyorum.

Günümüzde özel yaşamımızda olduğu gibi sosyal, toplumsal, ekonomik ve kültürel hayatımızda, sürekli bir erozyon yaşıyoruz; buna rağmen bu erozyonun sosyal, kültürel ve psikolojik tahlillerini yapmıyor, geçmiş günlerin, kaybolan yılların fikir muhasebesini yeterince tutmuyoruz.
Sevgi, saygı hoşgörü ve yardımlaşma duyguları, komşuluk aile ve akraba ilişkileri, sabır, şükür, ahde vefa gibi kavramlar, toplum hayatımızda var olan; ama zaman içerisinde kaybolmaya yüz tutmuş bulunan ahlaki değerlerimizdir. Bu kavramlar, hayatı anlamlı kılan, yaşamı güzelleştiren, var olduğu yere huzur veren, mutluluk getiren kavramlardır. Bunlardan sevgi ve saygının varlığında huzur, yokluğunda hüzün yaşarız. Millet olarak “Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” anlayışına sahibiz. Bu değerleri kaybetmekle; insanı hayata bağlayan güçlü bir bağı kopardığımızın farkında bile değiliz. İnanıyorum ki; kişi önce kendisini sevmeli, hayatı sevmeli, yaratanı, sonra yaratılanı sevmelidir. Bunları severken; önce yaratana, sonra yaratılmasına vesile olan anne babaya, kendisine, yaşadığı her ortamda, ulaşabildiğince herkese ve çevreye saygı sunmalıdır.
Bizi biz yapan moral değerlerimiz zayıflayıp kaybolmakta, bu değerlerin yerine insanımızı mutlu edecek bir şeyler koyamadığımız için toplum bir boşluğa sürüklenmektedir. Ahlak ve kültür değerlerimizin kaybedilmesi, bu güzelim dünyamızın yaşanılmaz, çekilmez bir hal almasına sebep olmaktadır.
Kaybettiğimiz değerleri andıkça, hayatın güzelliklerini nasıl kaybettiğimizi daha iyi anlıyoruz. Örneğin: Kanaati kaybettik, doymak bilmeyen maddi bir hırsın pençesine düştük.

Ahde vefa yaşamımızın özü bilinir, söz senet kabul edilirdi. Bu duyguyu kaybedeli senet bile geçersiz oldu. Haram-helal kavramlarını kaybettik, amaçları için doğayı ve çevreyi yok eden, akarsu ve denizleri mahveden, ormanları katleden, yetim hakkı nedir bilmeyen, yaptıklarıyla vicdan azabı duymayan, kaçak elektrik ve su kullanmayı, yetim hakkı yemeyi maharet sayan insanların çoğaldığını gördük.

Çocukluğumuzda kütüphaneler, ödevlerimizi yapmak için buluşma noktamız olurdu. O güzelim yapıların içerisinde, kendine has havası ve sıcaklığıyla, kitap kokuları arasında aradığımız bilgiye ulaşmaya çalışırdık. Günümüzde kütüphane kültürü giderek azaldı, internet cefalar buluşma noktası oldu ve nimet sayıldı. Bu sayede belki istenilen bilgiye bir tuş kadar yakınlaştık ama bunun getirdiği olumlu-olumsuz yeniliklerle sanal âlemin olanca olumsuzluğu evlerimize kadar ulaşmış oldu.

Otobüslerde genç ve çocukların, kendilerinden büyük hasta, hamile, çocuklu ve yaşlılara yer vermeleri doğal bir sorumluluk kabul edilir, öyle davranılırdı. Bu düşünce zihinlere nakşedildiği için, çoğu zaman oturulmazdı. Oturulduğunda ise kalkmak da görev bilinirdi. Günümüzde bu duyguyu kaybedenler, oturdukları koltuktan dışarı bakar, yapmacık uykuya dalar, hasta numarası yapar ya da görmezden geldikleri kişiler tarafından görülmediklerini sanırlar.

Bayramlarda büyüklerimizin elini öpmeyi de görev bilir, evde anne babamızın elini öptükten, onlarla bayramlaştıktan sonra komşuları dolaşır, bunu zevkle yapardık. Bayramlarda bir tebrik kartı göndermek bile, büyük bir mutluluk verirdi. Kaybettiğimiz bu değerin boşluğunu, şimdi telefon mesajlarıyla doldurmaya çalışıyoruz. Bayramlaşma için anne baba ve akrabalara gitmek yerine, yurt dışına tatil planları yapıyor, bayramı tatil olarak anlıyor öyle yaşıyoruz.

Öğretmene saygı, anne babaya saygı kabul edilir, hatta öğretmenin eline: “Eti senin kemiği benim” anlayışıyla teslim edilirdi çocuklarımız. Ama hiçbir öğretmende çocuğun etini kemiğinden ayırt etmemişti. Öğretmene olan saygısından dolayı çocuk, parmak kaldırıp, bildiğini söylemeye bile utanırdı. Sokakta görse selam vermeden geçmez, belki de öğretmeni onu sokakta görmesin diye yolunu değiştirirdi. Şimdi ise değer kaybı sebebiyle, öğretmeninin yolunu kesen ve sınıfta öğretmenini döven, sıra arkadaşını vuran öğrenciler görüyoruz.

Komşuluk ilişkilerimizin de ayrı bir önemi vardı. Komşuyu komşunun külüne muhtaç bilir, onun aç olması halinde tok yatamayacağı bir inanç ve anlayışa sahipti insanımız. Kaybettiğimiz bu değerle, kalabalıklar içerisinde yalnızlaştığımızın maalesef farkında bile değiliz. Aynı apartmanda yaşadığımız, aynı kapıyı, aynı asansör veya merdiveni kullandığımız halde, komşumuzun vefatını geç duyuyor, hatta cenazesine bile katılamıyoruz.
Asırlardır millet hayatımızı düzenleyen sayamadığımız güzellikteki bu ve benzeri değerleri kaybettikçe çok şey kaybediyoruz. Ne sevincimizi, nede üzüntümüzü yeterince paylaşmıyoruz. Oysaki “sevinçlerin paylaşıldıkça çoğaldığını, üzüntülerin paylaşıldıkça azaldığını” hepimiz biliyoruz. Çoğu zaman selamlaşmıyoruz bile. Günaydın, iyi günler hayırlı işler demek sanki ağır geliyor insanımıza. Oysa güler yüzle, tebessümle selamlaşmak, iyi günler, hayırlı işler temennisiyle işe başlamak ayrı bir haz ve huzur verir insana.

Sahip olduğumuz nimete şükrün, zahmete sabrın azalmasıyla, anlıyoruz ki; sabır ve şükür kavramları da, kaybolmaya yüz tutmuş değerlerimiz arasına girmiş bulunmaktadır. Yolda yan baktı diye adam keser, bana yüz vermedi diye kız biçer, param yok diye intihar eder olduk. Yaşanan her güzel şeyi mazi diye raflara kaldırdık. Anlık, basit sevdaları aşk diye kâğıtlara yazdık. Oysa bilemedik, bilmek istemedik en güzel aşkların baki aşklar olduğunu; fani , camit, değersiz aşklarla kendimizi avuttuk ya da belki döner diye o belki lebin ardına sığındık…
Evet, kaybolan değerler dedik. Hâlbuki ne çok değerler kaybettik, bir bilsek, bir hatırlasak… Yalnız, hatırlamak istersek; aynanın karşısına geçip zamanın bizden ne çok şey götürdüğünü anlamamız yeter. İşte o zaman kaybolan değerlerin manasını keşfetmiş oluruz. Zaten o zaman da iş işten geçmiş olur.
Değerlerimize sahip çıkmalıyız, onları korumalıyız, emaneti aldığımız gibi, bizden sonraki nesle aynen teslim etmeliyiz. Üzerimizde oynanan oyunlara prim vermemeliyiz. Bunun da tek yolu bu değerleri, toplum yaşamında yaşatmaktan geçer.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve habergundemim.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.