Misafir Kalemler
Köşe Yazarı
Misafir Kalemler
 

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ

Yaşatır mı, oldurur mu, öldürür mü, ...? Son zamanların bu önemli tartışmasına ben de katkı sunmak istedim, durduk yerde aklıma gelmedi çünkü batı medeniyetinin dünyaya son hediyelerinden biri olan bu rüzgar benim üstüme de esti ve bazı sonuçlarıyla hala mücadele içindeyim.  Çeşitli TV tartışmaları, önemli kişi ve kurumların açıklamalarına bakınca genel bir bilinçsizlik içinde takım tutar gibi, mahalle savunur gibi bir tavrın geliştiğini üzülerek izliyorum. Koskoca hukukçuların, akademisyenlerin bile okumadan, kafa yormadan tavır koyduğu bir konu iyi şekilde sonuçlanmaz diye düşünüyorum. 1995-2007 yılları arasında ülkemizde kullanılan satranç kurallarını İngilizce’den Türkçe’ye ben çevirdim, son yıllarda bir de hukuk eğitimi alarak ve en önemlisi İstanbul Sözleşmesi ile eklerinin, bağlantılarının (6284 sayılı yasa, TCK, vs) saha uygulamalarına maruz kalarak bu konuda söz söyleme hakkımın ve ehliyetimin olduğunu düşünerek bu incelemeyi yaptım. Daha önce facebook’da paylaştığım sözü bu konu için söylemiştim, yeri geldi hatırlayalım: Fikrin bilgiye, bilgin de tecrübene dayanmıyorsa başkasının fikridir. Lütfen başkalarının fikirleriyle değil, özümsediğiniz size ait fikirlerle konuşun. Maddelerden önce temel tanım ve terimleri irdelemekte fayda var. Üç tanesini seçtim: Domestic - Aile içi;  Bunun yerine ev içi denmesi daha doğru olur. Şiddet iki alanda gerçekleşir, kamusal alanda (public) ve özel-kapalı alanlarda (domestic). Zaten dom (Latince domus) ev demektir. Dışarıdan görülmeyen, kapalı bir ortamda bir kadının bir erkek tarafından şiddete maruz kalması “domestic violence” olur. İlgili madde 3.b şöyledir:  “domestic violence” shall mean all acts of physical, sexual, psychological or economic violence that occur within the family or domestic unit or between former or current spouses or partners, whether or not the perpetrator shares or has shared the same residence with the victim; Türkçe’ye resmi tercümesi: “aile içi şiddet”, eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır; Burada aile içi şiddet tabiri kullanılması maksadı aşan, maksada varamayan bir tanımdır. Yanlış olan Türkçe tercüme aile olmayan birliktelikleri de aile olarak kabul etmektedir. Düzeltilmiş tercüme şöyle olabilir: “ev içi şiddet”, faille mağdur beraber ikamet etsin veya etmesin, veya etmiş olsun veya olmasın, aile içinde veya ikametgahda, veya mevcut veya eski eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır; Gender - toplumsal cinsiyet (madde 3.c) İstanbul Sözleşmesinin en tartışmalı yeri de burasıdır. Batı son yıllarda cinsiyet anlamındaki sex kelimesini terk etmeye, bu kelimeyi sadece cinsel ilişki anlamında kullanmaya başlamıştır. Cinsiyetin karşılığında gender kelimesi tercih edilmeye başlanmış, bütün metinlerde bu kelime kullanılır olmuştur. Türkçe’de ise tek bir cinsiyet tanımı vardır, cinsiyet denince aklımıza sadece erkek ve kadın gelir. Uluslararası Sözleşmelerde esas dil olarak kabul edilen İngilizce’de ise bunun karşılığında iki kelime vardır, sex ve gender. Etimolojik açıdan bakıldığında her ikisi de Avrupa dillerine Latin dillerinden geçmiştir. Gen daha çok sınıf, tür, cins gibi anlamlara gelirken, sexus (sexum veya Tamil dilinde seku) kesmek, ikiye bölmek anlamlarından gelmiştir. Yani erkek ve kadını bir elmanın iki yarısı veya birbirini tamamlayan iki yarım gibi tabirler de aynı mantıktır.  Günümüzdeki anlaşıya göre sex biyolojik cinsiyettir, doğuştan gelir ve genetik olarak somut dayanağı vardır. Gender ise Türkçe’ye toplumsal cinsiyet olarak çevrilmiş. Zaten cinsiyet kelimesi var, onu herkes biliyor, bir de toplumsalı nasıl oluyor derseniz çeşitli kaynaklarda 3, 4, 5, 15 derken 58 cinsiyet tanımı sayılıyor, üstelik bu tanımlardan birisi de “others” yani diğerleri! Yani daha çok cins toplumsal cinsiyet çıkacak deniyor. Bazı tanımlara göre gender değişkendir, örneğin 58 toplumsal cinsiyetten birisi olduğunu söyleyen birisi bir vakit sonra, başka bir cinsiyete geçtiğini beyan edebilir. Bu beyanı sorgulama hakkımız yok tabii ki. Başarının, zenginliğin motto, hazzın ise temel amaç olduğu günümüzde bu çeşitlenme kaçınılmaz görünüyor.  İstanbul Sözleşmesi madde 4.3’de İngilizce metin “sex, gender, ...” derken, bu Türkçe’ye “cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ...” şeklinde çevrilmiş, aynı cümlenin devamında “sexual orientation, gender identity” derken, bu da Türkçe’ye “cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği” olarak çevrilmiş. Yani bu sözleşmeye imza atanlar bu ince ayrımı yeterince biliyorlarmış. Women - kadın (madde 3.f) “kadın” terimi, 18 yaşından küçük kızları da kapsayacaktır.  Bu ifadeyi iyi niyetle okursak 10-15 yaşında zorla evlendirilen, şiddet gören küçük kızların da bu sözleşme kapsamında olmasına sevinebiliriz. Şüpheci bir okuma ise “cinsel rıza” tartışmalarını ve yine ülkemizin taraf olduğu Lanzarote Sözleşmesini üst üste koyduğunda bu özensiz (veya belki de maksatlı) tanımın sakıncalı olduğunu düşünmeye başlar. Pedofiliye kapı araladığını iddia eden yorumcular var. alttaki gender tanımını da dikkate alırsanız ve dünyada pedofilinin derinden yürüyüşünü düşünürseniz, burada bir bit yeniği olduğunu düşünebilirsiniz. Bunu not olarak iletiyorum. Yakında Lanzarote gürültüsü de kopacak, onu da o zaman inceleyelim Madde 12.1 “Parties shall take the necessary measures to promote changes in the social and cultural patterns of behaviour of women and men with a view to eradicating prejudices, customs, traditions and all other practices which are based on the idea of the inferiority of women or on stereotyped roles for women and men.” “Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.” Bu madde gelenekçi ve muhafazakar kesim tarafından çok topa tutulmuştur. Daha makul kelimeler dururken "eradicating" fiili, yani kökünü kazımak, kurutmak, kibrit suyu dökmek gibi bir tabir kullanılması sözleşmenin biraz intikamcı bir hisle kaleme alındığını düşündürebilir. Madde 14.1 Bazı batılı siyasetçilerin de bahsettiği tuzaklardan birisi, belki de en büyüklerinden birisi bu madde oluyor. Tercümesi gayet düzgün, itibar edebiliriz: “Taraflar, yerine göre, tüm eğitim seviyelerinde resmi müfredata, kadın erkek eşitliği, toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerde çatışmaların şiddete başvurmadan çözüme kavuşturulması, kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişilik bütünlüğüne saygı gibi konuların, öğrencilerin zaman içinde değişen öğrenme kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde dahil edilmesi için gerekli tedbirleri alacaklardır.” Tüm eğitim seviyelerinde, yani anaokulundan üniversiteye kadar, ne yapılacak? “Toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri” çocuklara öğretilecek. Tabii ki başka bir gezegendeki canlılar hakkında değil bu eğitim. Çeşitli haberlerde artık görüyoruz, LGBT yürüyüşlerinde de kıyafetiyle oynanmış, makyajlı çocuklar oluyor. Bu çocuklara başka çocukların saygı duyması lazım ama bu arada ya kendi oğlum, kızım da böyle eğilimlere sahipse? Onu bir psikoloğa mı götürmeliyim, yoksa bu eğilimini desteklemeli miyim? Psikoloğa götürürsem ayrımcılık yapmış olur muyum? Eğilimi olup olmadığını bilmiyorum, ya varsa deyip ona göre davransam, cinsiyet yönlendirmesi yapmadan yetiştirmeli belki de.. Sözleşme saygı duyacaksın diyor, saygı duymak sessiz kalmak, görmezden gelmek demek değil. Ya destek, ya tedavi… Bazı psikiyatristler bu hastalık değildir diyor, LGBT savunucuları çocuğun haklarını ihlal ediyorsun demez mi? Aklımda deli sorular… Bu maddeyi bir yorumlamaya ve uygulamaya başlarsak, oğluma oğlum, kızıma kızım demek sakıncalı hale gelebilir, çünkü çocuğa yönlendirme yapmış olurum. Afaki, uçuk bir yorum değil bu, bu gidişin bir sonraki aşamasının bu olduğundan emin olabilirsiniz. Daha şimdiden bu eğilimde kitaplar yazılmaya, yayınlar yapılmaya başlandı.  Madde 48.1 “Taraflar bu Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere, zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerini yasaklamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” Bu da çok eleştirilen bir husus. Sözleşmeyi hazırlayanlar belli ki “bardak kırıldı” yaklaşımını taşıyor. Ev içi bir tartışma yaşandığını düşünelim, hiç şiddet olmasa bile kadının beyanı ile “tedbiren” uzaklaştırma kararı veriliyor ve hukuken erkek şiddet uygulamış sayılıyor. Bu durumda hiç bir arabulucunun, uzlaştırıcının olmasına izin verilmiyor. Yani küçük bir tartışmanın (aslında tartışmaya da gerek yok) sonu mutlaka ayrılık olmalı. SONUÇ İstanbul Sözleşmesi kadına karşı ayrımcılığı ve şiddeti azaltmak, yok etmek amacını taşıyan bir metin ancak metni oluşturanlar ve kaleme alanlar Batı Avrupalılar olunca Doğu Avrupalıları, hatta bazı Orta Avrupalıları bile rahatsız eden bir metin haline gelmiş. Bulgaristan, Hırvatistan, Slovakya derken şimdi de Polonya'nın sabrı taştı. Rusya bu sözleşmeyi hiç dikkate almadı bile. Biz ise davul çalarak imza attık, adı bizden diye gurur duyduk, bayram ettik. O zamanki karar vericilerin entellektüel durumunu gösteren bir örnek. Yıllar sonra biz neye imza atmışız diye düşünmeye başlıyoruz. Evet konu kadın-erkek eşitliği, hakları, şiddetin önlenmesi, önemli bir konu ama lazım olmayan, konuyla doğrudan ilgisi olmayan tanımlar ve kurallar da araya sıkıştırılmış. Hani eskiler derdi, batının ahlakını değil teknolojisini alalım. Adı İstanbul olan bu sözleşme tam anlamıyla Avrupa’nın batısının ahlaki anlayışını diğer ülkelere kabul ettirme amacı taşıyor. Bir yandan da aynı ülkelerin Türkiye’nin ne kadar Avrupa ülkesi olduğunu, bazı istatistiklerde ülkemizin Orta Doğu ülkesi olarak gösterildiğini düşünürsek bize daha yabancı bir değerler kümesini ithal ettiğimiz söyleyebiliriz.  İstanbul Sözleşmesine karşı çıkanlar “eşcinselliği teşvik ediyor” şeklinde bir söyleme sahip, bu çok doğru değil çünkü “gender” tanımı altında sadece eşcinsellik değil her türlü yönelim var, “zoofili”, “damacanafili” ve hatta “pedofili” bile sayılabilir. Yani sadece eşcinsellik değil, bildiğimiz klasik kadın-erkek tanımı ve ilişkisi dışında kalan herşey.  Medeni Kanuna göre evlenme kadın ile erkek arasında olur, diğer haller yok hükmündedir. Aile kadın ile erkek tarafından kurulur derken, kadın-erkek haricindeki tüm toplumsal cinsiyetleri korumaya alan, destekleyen bir Aile Bakanlığı? Buna oksimoron bir durum diyoruz. Bir sonraki adımın pedofiliyi masum göstermek olacağından emin olabiliriz. “Ne yapayım cinsel tercihim elimde değil, doğuştan geliyor” savunması burada da yapılabilir. Nitekim örnek aldığımız batıda bu türlü “bilimsel” sesler yükselmeye başladı bile. Eskiden bilimsel çevrelerde eşcinsellik anomali, sapma olarak görülürken aksi sesler yükseldi, yükseldi ve en sonunda psikiyatri camiası bunun normal bir şey olduğunu kabullendi. Dünyamız her şeyi kaldırabilir ama hazzı merkeze alan ihtiraslı ve sorumsuz akımları, bu kadar cinsel çeşitlenmeyi kaldıramaz. NE YAPILMALI Kendi yasalarımızı yapmak ve uygulamak için bir takım uluslararası sözleşmelere dayanmak zorunda değiliz. Doğru olan neyse onu yapmalıyız, kadını, çocuğu ve diğer zayıf kalmış katmanlarımızı korumak, güçlendirmek zorundayız. Bunu yapmaya koyulduk deyip bir vakit sonra altından kalkamayacağımız toplumsal gelişmeler ve dönüşümlerle yüzyüze kalmayalım. Toplumdaki şiddeti genel olarak azaltacak adımlar atılmalı ki, kadına ve çocuğa yansıması da azalsın. Şiddet tek boyutlu ve katmanlı değil.  Şunu da herkes bilmeli ki, kadına şiddet, kadın cinayeti, tecavüz, çocuk istismarı gibi konularda Avrupa'nın en azından yarısından iyi durumdayız. Bu konularda istatistik rakamların tam gerçeği yansıtmadığı söylenegelir, ancak kadın cinayetleri gibi gayet somut bir konudaki rakamlar da tam gerçeği yansıtmıyor. Sözleşmeyi de dikkate alırsak, kadın cinayeti demek için olması gereken şartların olmadığı vakalar da kadın cinayetleri içinde sayılıyor. Örneğin failin de kadın olduğu haller, alacak-verecek husumetinden kaynaklanan cinayetler, vs. Yine de grafikteki toplam öldürülen kadın sayısına bakarsak (kaynak NTV ve Sözcü) İstanbul Sözleşmesi ve onun tamamlayıcısı olan 6284 devreye gireli cinayet sayısı hiç düşmemiş, hep artmış. Yüzlü rakamlarda olan cinayet sayısı iki-üçyüzlere çıktı, derken dört yüzün üstünde bir rakama oturmuş görünüyor.  Bütün bu artış İstanbul Sözleşmesi varken oldu. Bu artışın çok çeşitli nedenleri olabilir ama “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” en son söylenecek söz bile değildir, hiç söylenemez. Rakamlar ortada, sözleşme bu cinayetlerinin yarıdan fazlasının sebebi, değilse bile hiç yararı olmadığı açıkça görünüyor. Lütfen kampanyalara kanmayın, girmeyin, klişelerle değil, gerçeklerle düşünelim. SON SÖZ Ülkemizdeki cinayetlerin yaklaşık %20’si kadın cinayetidir. Almanya, Fransa, İngiltere, Norveç, Finlandiya, İsviçre gibi ülkelerde bu oran %40 civarındadır. Bazı Avrupa ülkelerindeki genel cinayet oranı da, kadın cinayeti oranı da bize göre yüksektir. Ülkemizdeki durumu abartarak, dramatize ederek sunanlar gerçeği görmeden konuşuyorlar. Toplumsal gerçeği olmayan, toplumu aceleyle dönüştürmeye çalışan hukuk düzeni ile toplumsal huzur sağlanamaz. Kadınları adeta kışkırtarak erkeklerin üzerine salan ve hukuken erkeğin elini, kolunu bağlayan bir düzen çatışmayı arttırır. Yıllık yüzlerde olan cinayet rakamını arttırıp, dört yüzlere çıkaran temel sebep bu düzenlemelerdir. Hayatında bir kadına el kaldırmamış birisi olarak hakkımda onlarca defa “şiddet uygulayan” diye evrak düzenlendi, defalarca uzaklaştırma kararlarına maruz kaldım. Herkes Cengiz Keleş değil, herkes dayanamıyor, herkes sabrın kıymetini bilmiyor.  İstanbul Sözleşmesi ve onun temelinde hazırlanmış 6284 sayılı yasa aile kurumunu dönüştürmeyi, gelenekleri yok etmeyi, kısacası aileyi dağıtmayı amaçlayan bir paket haline gelmiş. Bir an önce sözleşmeden çıkılmalı ve 6284 kadını ve aileyi gerçekten korur hale getirilmeli. Cengiz Keleş
Ekleme Tarihi: 27 Temmuz 2020 - Pazartesi

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ

Yaşatır mı, oldurur mu, öldürür mü, ...? Son zamanların bu önemli tartışmasına ben de katkı sunmak istedim, durduk yerde aklıma gelmedi çünkü batı medeniyetinin dünyaya son hediyelerinden biri olan bu rüzgar benim üstüme de esti ve bazı sonuçlarıyla hala mücadele içindeyim. 

Çeşitli TV tartışmaları, önemli kişi ve kurumların açıklamalarına bakınca genel bir bilinçsizlik içinde takım tutar gibi, mahalle savunur gibi bir tavrın geliştiğini üzülerek izliyorum. Koskoca hukukçuların, akademisyenlerin bile okumadan, kafa yormadan tavır koyduğu bir konu iyi şekilde sonuçlanmaz diye düşünüyorum.

1995-2007 yılları arasında ülkemizde kullanılan satranç kurallarını İngilizce’den Türkçe’ye ben çevirdim, son yıllarda bir de hukuk eğitimi alarak ve en önemlisi İstanbul Sözleşmesi ile eklerinin, bağlantılarının (6284 sayılı yasa, TCK, vs) saha uygulamalarına maruz kalarak bu konuda söz söyleme hakkımın ve ehliyetimin olduğunu düşünerek bu incelemeyi yaptım.

Daha önce facebook’da paylaştığım sözü bu konu için söylemiştim, yeri geldi hatırlayalım:

Fikrin bilgiye, bilgin de tecrübene dayanmıyorsa başkasının fikridir.

Lütfen başkalarının fikirleriyle değil, özümsediğiniz size ait fikirlerle konuşun.

Maddelerden önce temel tanım ve terimleri irdelemekte fayda var. Üç tanesini seçtim:

Domestic - Aile içi; 

Bunun yerine ev içi denmesi daha doğru olur. Şiddet iki alanda gerçekleşir, kamusal alanda (public) ve özel-kapalı alanlarda (domestic). Zaten dom (Latince domus) ev demektir. Dışarıdan görülmeyen, kapalı bir ortamda bir kadının bir erkek tarafından şiddete maruz kalması “domestic violence” olur. İlgili madde 3.b şöyledir:

 “domestic violence” shall mean all acts of physical, sexual, psychological or economic violence that occur within the family or domestic unit or between former or current spouses or partners, whether or not the perpetrator shares or has shared the same residence with the victim;

Türkçe’ye resmi tercümesi:

“aile içi şiddet”, eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır;

Burada aile içi şiddet tabiri kullanılması maksadı aşan, maksada varamayan bir tanımdır. Yanlış olan Türkçe tercüme aile olmayan birliktelikleri de aile olarak kabul etmektedir. Düzeltilmiş tercüme şöyle olabilir:

“ev içi şiddet”, faille mağdur beraber ikamet etsin veya etmesin, veya etmiş olsun veya olmasın, aile içinde veya ikametgahda, veya mevcut veya eski eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır;

Gender - toplumsal cinsiyet (madde 3.c)

İstanbul Sözleşmesinin en tartışmalı yeri de burasıdır. Batı son yıllarda cinsiyet anlamındaki sex kelimesini terk etmeye, bu kelimeyi sadece cinsel ilişki anlamında kullanmaya başlamıştır. Cinsiyetin karşılığında gender kelimesi tercih edilmeye başlanmış, bütün metinlerde bu kelime kullanılır olmuştur.

Türkçe’de ise tek bir cinsiyet tanımı vardır, cinsiyet denince aklımıza sadece erkek ve kadın gelir. Uluslararası Sözleşmelerde esas dil olarak kabul edilen İngilizce’de ise bunun karşılığında iki kelime vardır, sex ve gender.

Etimolojik açıdan bakıldığında her ikisi de Avrupa dillerine Latin dillerinden geçmiştir. Gen daha çok sınıf, tür, cins gibi anlamlara gelirken, sexus (sexum veya Tamil dilinde seku) kesmek, ikiye bölmek anlamlarından gelmiştir. Yani erkek ve kadını bir elmanın iki yarısı veya birbirini tamamlayan iki yarım gibi tabirler de aynı mantıktır. 

Günümüzdeki anlaşıya göre sex biyolojik cinsiyettir, doğuştan gelir ve genetik olarak somut dayanağı vardır. Gender ise Türkçe’ye toplumsal cinsiyet olarak çevrilmiş. Zaten cinsiyet kelimesi var, onu herkes biliyor, bir de toplumsalı nasıl oluyor derseniz çeşitli kaynaklarda 3, 4, 5, 15 derken 58 cinsiyet tanımı sayılıyor, üstelik bu tanımlardan birisi de “others” yani diğerleri! Yani daha çok cins toplumsal cinsiyet çıkacak deniyor. Bazı tanımlara göre gender değişkendir, örneğin 58 toplumsal cinsiyetten birisi olduğunu söyleyen birisi bir vakit sonra, başka bir cinsiyete geçtiğini beyan edebilir. Bu beyanı sorgulama hakkımız yok tabii ki. Başarının, zenginliğin motto, hazzın ise temel amaç olduğu günümüzde bu çeşitlenme kaçınılmaz görünüyor. 

İstanbul Sözleşmesi madde 4.3’de İngilizce metin “sex, gender, ...” derken, bu Türkçe’ye “cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ...” şeklinde çevrilmiş, aynı cümlenin devamında “sexual orientation, gender identity” derken, bu da Türkçe’ye “cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği” olarak çevrilmiş. Yani bu sözleşmeye imza atanlar bu ince ayrımı yeterince biliyorlarmış.

Women - kadın (madde 3.f)

“kadın” terimi, 18 yaşından küçük kızları da kapsayacaktır. 

Bu ifadeyi iyi niyetle okursak 10-15 yaşında zorla evlendirilen, şiddet gören küçük kızların da bu sözleşme kapsamında olmasına sevinebiliriz. Şüpheci bir okuma ise “cinsel rıza” tartışmalarını ve yine ülkemizin taraf olduğu Lanzarote Sözleşmesini üst üste koyduğunda bu özensiz (veya belki de maksatlı) tanımın sakıncalı olduğunu düşünmeye başlar. Pedofiliye kapı araladığını iddia eden yorumcular var. alttaki gender tanımını da dikkate alırsanız ve dünyada pedofilinin derinden yürüyüşünü düşünürseniz, burada bir bit yeniği olduğunu düşünebilirsiniz. Bunu not olarak iletiyorum. Yakında Lanzarote gürültüsü de kopacak, onu da o zaman inceleyelim

Madde 12.1

“Parties shall take the necessary measures to promote changes in the social and cultural patterns of behaviour of women and men with a view to eradicating prejudices, customs, traditions and all other practices which are based on the idea of the inferiority of women or on stereotyped roles for women and men.”

“Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.”

Bu madde gelenekçi ve muhafazakar kesim tarafından çok topa tutulmuştur. Daha makul kelimeler dururken "eradicating" fiili, yani kökünü kazımak, kurutmak, kibrit suyu dökmek gibi bir tabir kullanılması sözleşmenin biraz intikamcı bir hisle kaleme alındığını düşündürebilir.

Madde 14.1

Bazı batılı siyasetçilerin de bahsettiği tuzaklardan birisi, belki de en büyüklerinden birisi bu madde oluyor. Tercümesi gayet düzgün, itibar edebiliriz:

“Taraflar, yerine göre, tüm eğitim seviyelerinde resmi müfredata, kadın erkek eşitliği, toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerde çatışmaların şiddete başvurmadan çözüme kavuşturulması, kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişilik bütünlüğüne saygı gibi konuların, öğrencilerin zaman içinde değişen öğrenme kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde dahil edilmesi için gerekli tedbirleri alacaklardır.”

Tüm eğitim seviyelerinde, yani anaokulundan üniversiteye kadar, ne yapılacak? “Toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri” çocuklara öğretilecek. Tabii ki başka bir gezegendeki canlılar hakkında değil bu eğitim. Çeşitli haberlerde artık görüyoruz, LGBT yürüyüşlerinde de kıyafetiyle oynanmış, makyajlı çocuklar oluyor. Bu çocuklara başka çocukların saygı duyması lazım ama bu arada ya kendi oğlum, kızım da böyle eğilimlere sahipse? Onu bir psikoloğa mı götürmeliyim, yoksa bu eğilimini desteklemeli miyim? Psikoloğa götürürsem ayrımcılık yapmış olur muyum? Eğilimi olup olmadığını bilmiyorum, ya varsa deyip ona göre davransam, cinsiyet yönlendirmesi yapmadan yetiştirmeli belki de.. Sözleşme saygı duyacaksın diyor, saygı duymak sessiz kalmak, görmezden gelmek demek değil. Ya destek, ya tedavi… Bazı psikiyatristler bu hastalık değildir diyor, LGBT savunucuları çocuğun haklarını ihlal ediyorsun demez mi? Aklımda deli sorular… Bu maddeyi bir yorumlamaya ve uygulamaya başlarsak, oğluma oğlum, kızıma kızım demek sakıncalı hale gelebilir, çünkü çocuğa yönlendirme yapmış olurum. Afaki, uçuk bir yorum değil bu, bu gidişin bir sonraki aşamasının bu olduğundan emin olabilirsiniz. Daha şimdiden bu eğilimde kitaplar yazılmaya, yayınlar yapılmaya başlandı. 

Madde 48.1

“Taraflar bu Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere, zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerini yasaklamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.”

Bu da çok eleştirilen bir husus. Sözleşmeyi hazırlayanlar belli ki “bardak kırıldı” yaklaşımını taşıyor.

Ev içi bir tartışma yaşandığını düşünelim, hiç şiddet olmasa bile kadının beyanı ile “tedbiren” uzaklaştırma kararı veriliyor ve hukuken erkek şiddet uygulamış sayılıyor. Bu durumda hiç bir arabulucunun, uzlaştırıcının olmasına izin verilmiyor. Yani küçük bir tartışmanın (aslında tartışmaya da gerek yok) sonu mutlaka ayrılık olmalı.

SONUÇ

İstanbul Sözleşmesi kadına karşı ayrımcılığı ve şiddeti azaltmak, yok etmek amacını taşıyan bir metin ancak metni oluşturanlar ve kaleme alanlar Batı Avrupalılar olunca Doğu Avrupalıları, hatta bazı Orta Avrupalıları bile rahatsız eden bir metin haline gelmiş. Bulgaristan, Hırvatistan, Slovakya derken şimdi de Polonya'nın sabrı taştı. Rusya bu sözleşmeyi hiç dikkate almadı bile. Biz ise davul çalarak imza attık, adı bizden diye gurur duyduk, bayram ettik. O zamanki karar vericilerin entellektüel durumunu gösteren bir örnek. Yıllar sonra biz neye imza atmışız diye düşünmeye başlıyoruz.

Evet konu kadın-erkek eşitliği, hakları, şiddetin önlenmesi, önemli bir konu ama lazım olmayan, konuyla doğrudan ilgisi olmayan tanımlar ve kurallar da araya sıkıştırılmış. Hani eskiler derdi, batının ahlakını değil teknolojisini alalım. Adı İstanbul olan bu sözleşme tam anlamıyla Avrupa’nın batısının ahlaki anlayışını diğer ülkelere kabul ettirme amacı taşıyor. Bir yandan da aynı ülkelerin Türkiye’nin ne kadar Avrupa ülkesi olduğunu, bazı istatistiklerde ülkemizin Orta Doğu ülkesi olarak gösterildiğini düşünürsek bize daha yabancı bir değerler kümesini ithal ettiğimiz söyleyebiliriz. 

İstanbul Sözleşmesine karşı çıkanlar “eşcinselliği teşvik ediyor” şeklinde bir söyleme sahip, bu çok doğru değil çünkü “gender” tanımı altında sadece eşcinsellik değil her türlü yönelim var, “zoofili”, “damacanafili” ve hatta “pedofili” bile sayılabilir. Yani sadece eşcinsellik değil, bildiğimiz klasik kadın-erkek tanımı ve ilişkisi dışında kalan herşey. 

Medeni Kanuna göre evlenme kadın ile erkek arasında olur, diğer haller yok hükmündedir. Aile kadın ile erkek tarafından kurulur derken, kadın-erkek haricindeki tüm toplumsal cinsiyetleri korumaya alan, destekleyen bir Aile Bakanlığı? Buna oksimoron bir durum diyoruz.

Bir sonraki adımın pedofiliyi masum göstermek olacağından emin olabiliriz. “Ne yapayım cinsel tercihim elimde değil, doğuştan geliyor” savunması burada da yapılabilir. Nitekim örnek aldığımız batıda bu türlü “bilimsel” sesler yükselmeye başladı bile. Eskiden bilimsel çevrelerde eşcinsellik anomali, sapma olarak görülürken aksi sesler yükseldi, yükseldi ve en sonunda psikiyatri camiası bunun normal bir şey olduğunu kabullendi. Dünyamız her şeyi kaldırabilir ama hazzı merkeze alan ihtiraslı ve sorumsuz akımları, bu kadar cinsel çeşitlenmeyi kaldıramaz.

NE YAPILMALI

Kendi yasalarımızı yapmak ve uygulamak için bir takım uluslararası sözleşmelere dayanmak zorunda değiliz. Doğru olan neyse onu yapmalıyız, kadını, çocuğu ve diğer zayıf kalmış katmanlarımızı korumak, güçlendirmek zorundayız. Bunu yapmaya koyulduk deyip bir vakit sonra altından kalkamayacağımız toplumsal gelişmeler ve dönüşümlerle yüzyüze kalmayalım.

Toplumdaki şiddeti genel olarak azaltacak adımlar atılmalı ki, kadına ve çocuğa yansıması da azalsın. Şiddet tek boyutlu ve katmanlı değil. 

Şunu da herkes bilmeli ki, kadına şiddet, kadın cinayeti, tecavüz, çocuk istismarı gibi konularda Avrupa'nın en azından yarısından iyi durumdayız. Bu konularda istatistik rakamların tam gerçeği yansıtmadığı söylenegelir, ancak kadın cinayetleri gibi gayet somut bir konudaki rakamlar da tam gerçeği yansıtmıyor. Sözleşmeyi de dikkate alırsak, kadın cinayeti demek için olması gereken şartların olmadığı vakalar da kadın cinayetleri içinde sayılıyor. Örneğin failin de kadın olduğu haller, alacak-verecek husumetinden kaynaklanan cinayetler, vs. Yine de grafikteki toplam öldürülen kadın sayısına bakarsak (kaynak NTV ve Sözcü) İstanbul Sözleşmesi ve onun tamamlayıcısı olan 6284 devreye gireli cinayet sayısı hiç düşmemiş, hep artmış. Yüzlü rakamlarda olan cinayet sayısı iki-üçyüzlere çıktı, derken dört yüzün üstünde bir rakama oturmuş görünüyor. 

Bütün bu artış İstanbul Sözleşmesi varken oldu. Bu artışın çok çeşitli nedenleri olabilir ama “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” en son söylenecek söz bile değildir, hiç söylenemez. Rakamlar ortada, sözleşme bu cinayetlerinin yarıdan fazlasının sebebi, değilse bile hiç yararı olmadığı açıkça görünüyor. Lütfen kampanyalara kanmayın, girmeyin, klişelerle değil, gerçeklerle düşünelim.

SON SÖZ

Ülkemizdeki cinayetlerin yaklaşık %20’si kadın cinayetidir. Almanya, Fransa, İngiltere, Norveç, Finlandiya, İsviçre gibi ülkelerde bu oran %40 civarındadır. Bazı Avrupa ülkelerindeki genel cinayet oranı da, kadın cinayeti oranı da bize göre yüksektir. Ülkemizdeki durumu abartarak, dramatize ederek sunanlar gerçeği görmeden konuşuyorlar.

Toplumsal gerçeği olmayan, toplumu aceleyle dönüştürmeye çalışan hukuk düzeni ile toplumsal huzur sağlanamaz. Kadınları adeta kışkırtarak erkeklerin üzerine salan ve hukuken erkeğin elini, kolunu bağlayan bir düzen çatışmayı arttırır. Yıllık yüzlerde olan cinayet rakamını arttırıp, dört yüzlere çıkaran temel sebep bu düzenlemelerdir. Hayatında bir kadına el kaldırmamış birisi olarak hakkımda onlarca defa “şiddet uygulayan” diye evrak düzenlendi, defalarca uzaklaştırma kararlarına maruz kaldım. Herkes Cengiz Keleş değil, herkes dayanamıyor, herkes sabrın kıymetini bilmiyor. 
İstanbul Sözleşmesi ve onun temelinde hazırlanmış 6284 sayılı yasa aile kurumunu dönüştürmeyi, gelenekleri yok etmeyi, kısacası aileyi dağıtmayı amaçlayan bir paket haline gelmiş. Bir an önce sözleşmeden çıkılmalı ve 6284 kadını ve aileyi gerçekten korur hale getirilmeli.

Cengiz Keleş

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve habergundemim.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.