Bilal Dursun Yılmaz
Köşe Yazarı
Bilal Dursun Yılmaz
 

Bizi kim kurtarabilir?/2

Bir önceki yazımda    TIKLA            7-8 milyar olan dünya nüfusu içinde iki milyarı bulan bir Müslüman nüfusun takriben 400 yıldır aşağı doğru gidişinden söz etmiştim. Her sahada bu baş aşağı gidişin geri dönüşünün ancak bizi zirveye çıkaran İslam medeniyetiyle külli manada mezcolmakla mümkün olacağını iddia etmiştim. Bunu da bazı tarihi vakalarla delillendirmiş, bu sahada bazı isimleri zikretmiştim. (konuyla ilgili epey farklı bir kaynağa, Kemal Kılıçdaroğlu’nun 22 Aralık 2018 günü bir açılış töreninde yaptığı konuşmaya görsel ve yazılı basından bakabilirsiniz.) Bu hafta niyetim yakın bir tarihte ahrete göç eden büyük aydınımız Profesör Fuat Sezgin Hocayı anarak onun eserleri üzerinden geçen hafta söylediklerime kuvvetli deliller getirmekti. Lakin araya başka bir eser girdi. Şayet yazamazsam şu kadarını ifade edeyim 2019 yılı Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından Prof. Dr. Fuat Sezgin yılı ilan edildi. Ülkemizde ne kadar üniversite varsa hepsi bu konuda çeşitli anma programları tertip etti. Prof. Dr. Fuat Sezgin, 1960 yılında Türkiye’de yapılan askerî darbe sonrasında hükümet tarafından hazırlanan ve 147 akademisyenin üniversitelerden atıldığı listede kendi adının da bulunması üzerine Türkiye’den ayrılarak Frankfurt Üniversitesi’nde çalışmalarına devam etmiş dünyaca saygın bu bilim insanımızın adını pek çoğumuz vefatı akabinde duyduk. Kütüphanesinin büyük bölümü Almanlar müsaade etmediği için Türkiye’ye intikal ettirilemedi. İşte bu dahi insanımızı referans vererek İslam’ın bilimlerin gelişmesindeki rolü üzerine yazacaktım ama başka sefere kaldı… “Bizi kim kurtarabilir?” başlıklı yazıma okurlarımın eleştirileri yanında bazı tavsiyeleri de oldu. Hafta sonumu bu tavsiye eserleri kısmen tetkik etmeye ayırdım. Açıkçası okuduğum eserlerin yazdıklarımı teyit etmesi hatta temellendirmesi beni mutlu etti. Yazdıklarımı eleştirenlerin bana tavsiye ettiği eseri okuduğumda neyi eleştirdiklerini de tam olarak anlayamadım. Adını ve ününü çokça duyduğum Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabını okumak bu hafta sonu nasip oldu. Okurken keyif almakla beraber ülkemizde yaşananlar konusunda bazı gelgitler de yaşadım. Okuduğum kitabın ön kapağında “Atatürk’ün okul müfredatlarına koyulmasını istediği kitap” arka kapağında ise “döneminde Kuran’dan sonra en çok okunan kitap” notları düşülmüş. Ön sözünde bu kitabın ne şekilde Türkiye’ye geldiği ve Atatürk’ün bilhassa askeri okullarda bu kitabın okutulması gerektiği görüşlerine yer verilmiş. Hayli geniş tanıtmalar ve girişten sonra Beyaz Zambaklar Ülkesi Finlandiya’nın bataklıklar ve kayalıklardan ibaret halinin nasıl ileri medeniyetler seviyesine çıktığı anlatılmış. Hamiyetperver bir Finli olan Johan Vılhelm Snelman ve onun etkilediği az bir Finli aydının köhneleşip, çürümüş bir toplumu nutuklarıyla nasıl heyecana getirip, onları nasıl ateşlediği, nasıl bir kalkınma seferberliği başlattığı örneklerle yansıtılmış. Kitabı kaleme alan ise ara ara Finlandiya’ya seyahatlerde bulunan, bu gelişmeleri izleyen ve 1925 yılında vefat eden Rus gazeteci, hatip, yazar Grigory Petrov’dur… Yazar, Fin toplumunun kalkınma harekâtını bölüm bölüm ele almış; kitapta, din adamları, asker/kışla, akademiya, futbol, köylüler ve esnaflar gibi guruplara hitaplar var. Kitap, ateşli nutukları da ihtiva ettiği için etkileyici. Pek çoğumuzun aslında bildiği şeylerin anlatıldığı bu eser, dünyanın en çok satan kitaplarından biriymiş bize ilk gelişi de birinci Balkan göçmenleriyle olmuş. Atatürk de bu kitabı çok beğenmiş okulların, bilhassa askeri idadinin müfredatına girmesini istemiş. Kitap: Thomas Carlyle ve Lev Tolstoy’un fikirleriyle başlıyor. İngiliz filozof Carlyle topluma kalkınma ruhu veren, onları ileri gitmek için ateşleyenler liderler ve kahramanlardır derken, Tolstoy toplumun kalkınmasını toplumun kendi dinamiklerine ve motivasyonuna bağlıyor, eğer toplum bu motivasyona erişmişse içinden o motivasyonda birileri de çıkar ve toplumun hareketini yönlendirir. Yani taban esastır diyor. Kitabın yazarı da bu iki görüşün birbirine tezatmış gibi görünse de aslında bir birini desteklediğini ifade etmiş. Beyaz Zambaklar Ülkesine giriş kahraman mı önemli toplum mu önemli gibi bir soruyla başlıyor (Bizi kim kurtaracak?/1). Bu yazımda bu eseri gündem yaparak küçük alıntılarla bazı konuları sizlerin fehimine sunup kıyaslamayı sizlere bırakacağım. Girişte Snelman’ın ifadelerine dayandırılan aydın/entelektüel kime denir? bunun profili çizilmiş: “aydın olmak, modaya uygun giyinmek değildir. Aydınlar toplumun beyni sayılırlar. Toplum, sizi iyi bir eğitim gördükten sonra yüksek bir maaş alıp, akşamları salonlarda iskambil veya domino masasının başına geçip eğlenin diye okutmamıştır. Böyle yapanlar gerçek aydın değil; aydınların küflenmişidir. Aydınların görevi toplumun zekâsını, vicdanını irade ve enerjisini uyandırmak ve harekete geçirmektir… (s: 97).” kıyaslamaya buradan başlayabiliriz… Bizim aydınlarımızı geneli itibariyle şöyle bir hatırlayalım… Snelman Fin halkını uyandırma işlemine en önce din adamlarından başlar. Geçen yazımıza istinaden Beyaz Zambaklar Ülkesini okumamı bana tavsiye edenler kalkınmanın dinle bir ilgisi bulunmadığını iddia etmişlerdi zannımca kitabın bu kısmı hafızalarında kalmamış (!). Snelman ateşli nutuklarına önce papazlar sonra piskoposlarla devam eder. Bir piskopos derecesinde dini kültüre sahip olan Snelman, piskoposların en büyük toplantısında onlara şöyle hitap eder “halkımız ağır ve tehlikeli bir manevi hastalığa yakalanmıştır. Din, insanların diğer insanlarla, dünyayla ve onun nimetleriyle bağlantıda olduğu duygusudur. Eğer böyle bir bağlantı olmazsa ne devlet, ne toplum ne aile ne de insanlık ayakta kalamaz ve çöker. Bu devletin varlığına; yaşamasına karşı çok ciddi bir tehdittir. Dine karşı ilgisizlik halk için çok tehlikeli bir hastalığa dönüşebilir. Ciddiyetten uzak gençlik ve akılsız liberal aydınlar, dinsizliğin özgür düşüncenin yansıması olduğunu söylüyorlar. Aslında dinsizlik manevi fakirlik ve hastalıklı bir ruh halinin belirtisi ve halkın sahip olduğu manevi değerlerin yok olmasıdır. Bunun sonucunda insanlar hayvani duygularının esiri olur, maneviyat kaybı, ahlaksızlık, egoizm, hırsızlık ve duygusal çöküntü başlar (s: 103-110)”. Evet, okuduğunuz satırlar Türk ya da Arap bir Müslüman vaize ait sözler değil, Atatürk’ün bizzat okullarda bilhassa askeri okullarda okutulsun dediği kitapta Hristiyan Fin Profesör Snelman’ın söylediği Rus gazeteci Petrov’un yazdı Beyaz Zammbaklar Ülkesinden alınmıştır. Snelman’ın söyledikleri bunlarla da sınırlı değildir. “… Tanrıyı önce kendi içinizde ruhunuzda arayın ve bunu kendiniz için yapın. Bunları yaptıktan sonra da halka tanrıya giden yolda rehberlik yapın. Kalbinde tanrı inancı olmayan bir halkın kurtuluşu yoktur… (s: 108)”. Kitabı okumamı tavsiye eden dostlarımın akıllarında ilerlemenin yalnızca iyi bir eğitim (seküler/laik) modeli ile olacağı kalmış olacak ki “kalkınmanın dinle, kültürle bir ilişkisi yoktur. Her şey eğitimdir” diyerek tavsiye ettikleri kitapla çelişip kendi kendilerini tekzip etmiş oldular. Devam edip bakalım Snelman daha kimlere neler söyleyerek rüya ülke Finlandiya’yı inşa etmiş. Din adamlarından sonra kışlaya seslenen Snelman onlara: “ordu insanlarımızın iyi bir eğitim alabileceği bir okul olabilir. Unutmayın ki Finlandiya’nın dört bir yanından binlerce sağlıklı genç erkek, hayatlarının en verimli döneminde askere çağrılmaktadır. Onlar sivil hayatlarından koparılıyor ve uzun yıllar boyunca beslenip giydirildikleri, ihtiyaçlarının karşılandığı kışlalara kapatılıyorlar. Bu gençler ordudayken çalıştırılıyorlar; hatta bu çalıştırma bazen aşırı oluyor ama askerlik bitip yuvalarına döndüklerinde ordudayken aldıkları eğitim kazandıkları alışkanlık ve becerilerin hiçbir faydasını göremiyorlar… Ordu fedakâr bir tarikata benzer... Kışla bizim evimizdir. Orası bizim ibadet hanemizdir. Papaz için kilise, öğretmen için okul neyse bizim için de kışla odur. Biz burada yanımızda kadınlar varmış gibi terbiyeli ve nazik davranmak zorundayız… Kışlayı meyhaneye çevirmeyin yerlere tükürmeyin. Döşemeleri kirletmeyin küfür ederek kışlanın havasını bozmayın. Küfrederek arkadaşlarınızın kulaklarını kirletmeyin. Küfredip sövmek köpek ulumasından daha beterdir. Küfretmek manevi medeniyetsizlik belirtisidir. Kahraman olduğunuzu göstermek istiyorsanız bunun için daha asil yollar bulun. Spor yapın, yüzmeyi, güreş yapmayı uzun ve yüksek atlamayı öğrenin. Toplum içinde güzel davranın size faydası olacak kitapları okuyunuz. Okuduklarınız ve dinledikleriniz hafızanızda yer edinsin… Geldiğiniz yerlerdeki insanlar köstebekler gibi toprağın altında yaşıyorlar. Onlar insanca yaşamanın nasıl olduğunu ne görmüşler, ne de duymuşlar, ne de kitaplardan okumuşlar. Sizlerden oralardan geldiniz. Askerliğiniz bitip evinize döndüğünüzde o köstebeklerin yanına gidip tekrar o deliklere girecek olursanız bu çok utanç verici bir durum olacaktır. Siz oraya yeni bir hayatın müjdecileri olarak dönüp o insanların ruhlarını, yaratıcılıklarını canlandırın ve o insanlardan bir ordu, barış, huzur, medeniyet ordusu kurun… (s: 119-130)” orduya yönelik bunlara benzer pek çok nutkun olduğu bu kitabı askeri okullara tavsiye eden Atatürk’ü zannımca bizim kışlamız pek dikkate almamış ki 40 yaşından öncekilerin askerlik anıları pek nahoş hatıralarla dolu. Kıyaslamaları sizlerin fehimine havale ediyorum. Daha fazla yorum yapmadan… Snelman’ın İngilizlerin dünyaya pazarladığı futbol müsabakaları ile ilgili söyledikleri de ilginç. Nüfusunun yarısı fanatik olan bir ülke olduğumuz düşünülürse… Kıyaslanacak pek çok şeyden söz edebiliriz. Finliler de bir zamanlar futbol batağına iyice sardıklarında Snelman onlara: “Sokrat’ın ve meşhur Herkül heykelinin resimlerini araştırıp bulup bunları birbiriyle karşılaştırırsanız Sokrat’ın büstünde bir bilge kafası olduğu gözünüze çarpacaktır. Geniş bir alın; burası beynin olduğu yerdir. Sokrat’ın beyni sanki kafasının içine sığmıyormuş da fırlayacakmış gibi görünmektedir. Herkül heykeline baktığınızda eski Yunan efsane kahramanının güçlü ve kaslı bedeni karşısında şaşırasınız bu güçlü bedeni taşıyan ve adeta bir kütüğü andıran bacaklar, gemi halatına benzeyen kol kasları, geniş omuzlar, geniş bir göğüs kafesi ve manda boyuna benzeyen bir boyun ve küçük bir kafa, dar ve ensiz bir alın. Bütün bunlar güçlü bir bedenin dışa vurumudur. Fakat bu kahraman çok akıllı değildir. Muhteşem bir bedeni olan kuvvetli ve kaslı bir adamdır. Fakat akıl, maneviyat ve zekâ bakımından geridir. Size Sokrat’ın veya Herkül’ün kafasını tercih edin demiyorum. Mandanın güçlü bacaklarını düşünürken Sokrat’ın kafasını da düşünün kafanız koçun kafası gibi sert olmasın. Şu altın kuralı unutmayın ‘her işi zamanında yapın. Çalışma zamanında çalışın; eğlence zamanında eğlenin.’ Finlandiya’nın sadece futbolculara değil; halkı ekonomi, ticaret, sanayi, fikir ve ahlak bakımında yükseltecek insanlara ihtiyacı var. Kültürel olarak geri kalmış olan ve medeni milletlerin hayatının kötü ve olumsuz taraflarını alanları taklit etmeyin. Paris’e gidenler kafeleri keşfediyorlar, Almanya’ya gidenler birahanelerden başlayıp İngiltere’de futbol maçıyla devam ediyorlar. Gözünüz yüksekte olsun Avrupa’da sanat, bilim ve düşünce tapınaklarına gidin. Almanya da ‘Tugendbund’ gibi kuruluşların sıralarını dolduran binlerce genci örnek alın. Maneviyatınızı ve ruhunuzu geliştirmek için çaba gösterin. Şunu unutmayın ki: ‘sağlam kafa sağlam vücutta bulunur’. (bu sözün menşei de pek eskiymiş ) Fin gençleri sizin göreviniz topu daha uzağa ve yükseğe atmak değildir, sizin göreviniz Finlandiya’nın gelişmesini ve halkın ilerlemesini sağlamaktır(s:136-142)...” Snelman’ın ailelere de hitapta bulunur ve onlara “… Kabahat gençlerde değil, sizde. Sizler gençleri nasıl terbiye ederseniz, onlar da öyle yetişir. Gençlere ne eğitim verdiniz? Hiç. Anneler çamaşır, bulaşık, yemek yapma ve temizlikten başlarını kaldıramıyorlar. Babalar memuriyet, ticaret, dükkân veya fabrika işleriyle meşguller; işten sonra da meyhane ve kulüplerde iskambil oynuyorlar. Çocuklarla ilgilenmeye kimsenin zamanı yok; ayrıca çocuklarla uğraşmak insanı yoran ve usandıran bir iştir... Zaman bulamadıklarında ellerine oyuncak (şimdi cep telefonu), şeker verdikten sonra başlarını okşayarak ‘hadi bir kenara çekilin oynayan’ bu aslında ‘gözümüzün önünden kaybolun da, ne yaparsanız yapın, yeter ki bizi rahatsız' etmeyin demektir... Azarlamak, kızmak bağırmak ve ceza vermekle çocukların saygısını ve sevgisini kazanamazsınız. Çocukların önünde onların size saygı duyacakları şekilde hareket edin ki onlar da sahip olduğunuz meziyetleri görerek sizi sevip saysınlar... Herkes, hayattan fazlasını almak isterken ona bir şey katmak istemiyor. Egoist, istismarcı ve asalak olarak atıldıkları hayatın anlamını başkalarının sırtından geçinmekte arıyorlar. Çocuklarına bu ‘hayat felsefesini’ aşılayanlarsa anne ve babalar! Bu öğüt ve telkinlere büyüyen çocuklar gelecekte egoist, kendini beğenmiş sığ ve ruhsal olarak zayıf olup; ahlaksız ve şehvet düşkünü bireyler olarak toplum hayatına katılmaktadırlar... (s: 143-148). Snelman köylü, esnaf ve işçilere yönelikte: “… Halkımızın büyük bir kısmının böyle ilkel, cahil ve eğitimsiz kalmasına hiç bir şey yapmadan seyirci kalmak ahlaksızlıktır ve suçtur... Halkın çoğunun eğitimden yoksun bırakılması bir cinayettir. Devletin kendi kendini yıkması, intihar etmesi demektir... Anlayın, lütfen anlayın. Ülkede çalışan ve üretime katkıda bulunan her insan bir değerdir... Ülkede sarhoşların sayısını hesap edin. Eğer halkımız iyi eğitile bilseydi, bu sarhoşların her biri ülkeleri ve insanları için üretime katkıda bulunan bireyler olurdu… (s: 197-198).” Nüfusu İzmir’in yarısı olan bir ülkenin kalkınma çabası elbette ilham verici lakin benim vurgulamak istediğim nokta bütün bir İslam âleminin reformla dezenforme değil, özüne tam dönmesi meselesidir… *Hamiyetperver:  Din, millet gibi üstün değerleri koruma gayretinde olan.  Vatan ve milleti için gayret gösteren.
Ekleme Tarihi: 22 Temmuz 2019 - Pazartesi

Bizi kim kurtarabilir?/2

Bir önceki yazımda    TIKLA            7-8 milyar olan dünya nüfusu içinde iki milyarı bulan bir Müslüman nüfusun takriben 400 yıldır aşağı doğru gidişinden söz etmiştim. Her sahada bu baş aşağı gidişin geri dönüşünün ancak bizi zirveye çıkaran İslam medeniyetiyle külli manada mezcolmakla mümkün olacağını iddia etmiştim. Bunu da bazı tarihi vakalarla delillendirmiş, bu sahada bazı isimleri zikretmiştim. (konuyla ilgili epey farklı bir kaynağa, Kemal Kılıçdaroğlu’nun 22 Aralık 2018 günü bir açılış töreninde yaptığı konuşmaya görsel ve yazılı basından bakabilirsiniz.) Bu hafta niyetim yakın bir tarihte ahrete göç eden büyük aydınımız Profesör Fuat Sezgin Hocayı anarak onun eserleri üzerinden geçen hafta söylediklerime kuvvetli deliller getirmekti. Lakin araya başka bir eser girdi. Şayet yazamazsam şu kadarını ifade edeyim 2019 yılı Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından Prof. Dr. Fuat Sezgin yılı ilan edildi. Ülkemizde ne kadar üniversite varsa hepsi bu konuda çeşitli anma programları tertip etti. Prof. Dr. Fuat Sezgin, 1960 yılında Türkiye’de yapılan askerî darbe sonrasında hükümet tarafından hazırlanan ve 147 akademisyenin üniversitelerden atıldığı listede kendi adının da bulunması üzerine Türkiye’den ayrılarak Frankfurt Üniversitesi’nde çalışmalarına devam etmiş dünyaca saygın bu bilim insanımızın adını pek çoğumuz vefatı akabinde duyduk. Kütüphanesinin büyük bölümü Almanlar müsaade etmediği için Türkiye’ye intikal ettirilemedi. İşte bu dahi insanımızı referans vererek İslam’ın bilimlerin gelişmesindeki rolü üzerine yazacaktım ama başka sefere kaldı…

Bizi kim kurtarabilir?” başlıklı yazıma okurlarımın eleştirileri yanında bazı tavsiyeleri de oldu. Hafta sonumu bu tavsiye eserleri kısmen tetkik etmeye ayırdım. Açıkçası okuduğum eserlerin yazdıklarımı teyit etmesi hatta temellendirmesi beni mutlu etti. Yazdıklarımı eleştirenlerin bana tavsiye ettiği eseri okuduğumda neyi eleştirdiklerini de tam olarak anlayamadım. Adını ve ününü çokça duyduğum Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabını okumak bu hafta sonu nasip oldu. Okurken keyif almakla beraber ülkemizde yaşananlar konusunda bazı gelgitler de yaşadım. Okuduğum kitabın ön kapağında “Atatürk’ün okul müfredatlarına koyulmasını istediği kitap” arka kapağında ise “döneminde Kuran’dan sonra en çok okunan kitap” notları düşülmüş. Ön sözünde bu kitabın ne şekilde Türkiye’ye geldiği ve Atatürk’ün bilhassa askeri okullarda bu kitabın okutulması gerektiği görüşlerine yer verilmiş. Hayli geniş tanıtmalar ve girişten sonra Beyaz Zambaklar Ülkesi Finlandiya’nın bataklıklar ve kayalıklardan ibaret halinin nasıl ileri medeniyetler seviyesine çıktığı anlatılmış. Hamiyetperver bir Finli olan Johan Vılhelm Snelman ve onun etkilediği az bir Finli aydının köhneleşip, çürümüş bir toplumu nutuklarıyla nasıl heyecana getirip, onları nasıl ateşlediği, nasıl bir kalkınma seferberliği başlattığı örneklerle yansıtılmış. Kitabı kaleme alan ise ara ara Finlandiya’ya seyahatlerde bulunan, bu gelişmeleri izleyen ve 1925 yılında vefat eden Rus gazeteci, hatip, yazar Grigory Petrov’dur…

Yazar, Fin toplumunun kalkınma harekâtını bölüm bölüm ele almış; kitapta, din adamları, asker/kışla, akademiya, futbol, köylüler ve esnaflar gibi guruplara hitaplar var. Kitap, ateşli nutukları da ihtiva ettiği için etkileyici. Pek çoğumuzun aslında bildiği şeylerin anlatıldığı bu eser, dünyanın en çok satan kitaplarından biriymiş bize ilk gelişi de birinci Balkan göçmenleriyle olmuş. Atatürk de bu kitabı çok beğenmiş okulların, bilhassa askeri idadinin müfredatına girmesini istemiş.

Kitap: Thomas Carlyle ve Lev Tolstoy’un fikirleriyle başlıyor. İngiliz filozof Carlyle topluma kalkınma ruhu veren, onları ileri gitmek için ateşleyenler liderler ve kahramanlardır derken, Tolstoy toplumun kalkınmasını toplumun kendi dinamiklerine ve motivasyonuna bağlıyor, eğer toplum bu motivasyona erişmişse içinden o motivasyonda birileri de çıkar ve toplumun hareketini yönlendirir. Yani taban esastır diyor. Kitabın yazarı da bu iki görüşün birbirine tezatmış gibi görünse de aslında bir birini desteklediğini ifade etmiş. Beyaz Zambaklar Ülkesine giriş kahraman mı önemli toplum mu önemli gibi bir soruyla başlıyor (Bizi kim kurtaracak?/1). Bu yazımda bu eseri gündem yaparak küçük alıntılarla bazı konuları sizlerin fehimine sunup kıyaslamayı sizlere bırakacağım.

Girişte Snelman’ın ifadelerine dayandırılan aydın/entelektüel kime denir? bunun profili çizilmiş: “aydın olmak, modaya uygun giyinmek değildir. Aydınlar toplumun beyni sayılırlar. Toplum, sizi iyi bir eğitim gördükten sonra yüksek bir maaş alıp, akşamları salonlarda iskambil veya domino masasının başına geçip eğlenin diye okutmamıştır. Böyle yapanlar gerçek aydın değil; aydınların küflenmişidir. Aydınların görevi toplumun zekâsını, vicdanını irade ve enerjisini uyandırmak ve harekete geçirmektir… (s: 97).” kıyaslamaya buradan başlayabiliriz… Bizim aydınlarımızı geneli itibariyle şöyle bir hatırlayalım…

Snelman Fin halkını uyandırma işlemine en önce din adamlarından başlar. Geçen yazımıza istinaden Beyaz Zambaklar Ülkesini okumamı bana tavsiye edenler kalkınmanın dinle bir ilgisi bulunmadığını iddia etmişlerdi zannımca kitabın bu kısmı hafızalarında kalmamış (!). Snelman ateşli nutuklarına önce papazlar sonra piskoposlarla devam eder. Bir piskopos derecesinde dini kültüre sahip olan Snelman, piskoposların en büyük toplantısında onlara şöyle hitap eder “halkımız ağır ve tehlikeli bir manevi hastalığa yakalanmıştır. Din, insanların diğer insanlarla, dünyayla ve onun nimetleriyle bağlantıda olduğu duygusudur. Eğer böyle bir bağlantı olmazsa ne devlet, ne toplum ne aile ne de insanlık ayakta kalamaz ve çöker. Bu devletin varlığına; yaşamasına karşı çok ciddi bir tehdittir. Dine karşı ilgisizlik halk için çok tehlikeli bir hastalığa dönüşebilir. Ciddiyetten uzak gençlik ve akılsız liberal aydınlar, dinsizliğin özgür düşüncenin yansıması olduğunu söylüyorlar. Aslında dinsizlik manevi fakirlik ve hastalıklı bir ruh halinin belirtisi ve halkın sahip olduğu manevi değerlerin yok olmasıdır. Bunun sonucunda insanlar hayvani duygularının esiri olur, maneviyat kaybı, ahlaksızlık, egoizm, hırsızlık ve duygusal çöküntü başlar (s: 103-110)”. Evet, okuduğunuz satırlar Türk ya da Arap bir Müslüman vaize ait sözler değil, Atatürk’ün bizzat okullarda bilhassa askeri okullarda okutulsun dediği kitapta Hristiyan Fin Profesör Snelman’ın söylediği Rus gazeteci Petrov’un yazdı Beyaz Zammbaklar Ülkesinden alınmıştır. Snelman’ın söyledikleri bunlarla da sınırlı değildir. “… Tanrıyı önce kendi içinizde ruhunuzda arayın ve bunu kendiniz için yapın. Bunları yaptıktan sonra da halka tanrıya giden yolda rehberlik yapın. Kalbinde tanrı inancı olmayan bir halkın kurtuluşu yoktur… (s: 108)”. Kitabı okumamı tavsiye eden dostlarımın akıllarında ilerlemenin yalnızca iyi bir eğitim (seküler/laik) modeli ile olacağı kalmış olacak ki “kalkınmanın dinle, kültürle bir ilişkisi yoktur. Her şey eğitimdir” diyerek tavsiye ettikleri kitapla çelişip kendi kendilerini tekzip etmiş oldular. Devam edip bakalım Snelman daha kimlere neler söyleyerek rüya ülke Finlandiya’yı inşa etmiş.

Din adamlarından sonra kışlaya seslenen Snelman onlara: “ordu insanlarımızın iyi bir eğitim alabileceği bir okul olabilir. Unutmayın ki Finlandiya’nın dört bir yanından binlerce sağlıklı genç erkek, hayatlarının en verimli döneminde askere çağrılmaktadır. Onlar sivil hayatlarından koparılıyor ve uzun yıllar boyunca beslenip giydirildikleri, ihtiyaçlarının karşılandığı kışlalara kapatılıyorlar. Bu gençler ordudayken çalıştırılıyorlar; hatta bu çalıştırma bazen aşırı oluyor ama askerlik bitip yuvalarına döndüklerinde ordudayken aldıkları eğitim kazandıkları alışkanlık ve becerilerin hiçbir faydasını göremiyorlar… Ordu fedakâr bir tarikata benzer... Kışla bizim evimizdir. Orası bizim ibadet hanemizdir. Papaz için kilise, öğretmen için okul neyse bizim için de kışla odur. Biz burada yanımızda kadınlar varmış gibi terbiyeli ve nazik davranmak zorundayız… Kışlayı meyhaneye çevirmeyin yerlere tükürmeyin. Döşemeleri kirletmeyin küfür ederek kışlanın havasını bozmayın. Küfrederek arkadaşlarınızın kulaklarını kirletmeyin. Küfredip sövmek köpek ulumasından daha beterdir. Küfretmek manevi medeniyetsizlik belirtisidir. Kahraman olduğunuzu göstermek istiyorsanız bunun için daha asil yollar bulun. Spor yapın, yüzmeyi, güreş yapmayı uzun ve yüksek atlamayı öğrenin. Toplum içinde güzel davranın size faydası olacak kitapları okuyunuz. Okuduklarınız ve dinledikleriniz hafızanızda yer edinsin… Geldiğiniz yerlerdeki insanlar köstebekler gibi toprağın altında yaşıyorlar. Onlar insanca yaşamanın nasıl olduğunu ne görmüşler, ne de duymuşlar, ne de kitaplardan okumuşlar. Sizlerden oralardan geldiniz. Askerliğiniz bitip evinize döndüğünüzde o köstebeklerin yanına gidip tekrar o deliklere girecek olursanız bu çok utanç verici bir durum olacaktır. Siz oraya yeni bir hayatın müjdecileri olarak dönüp o insanların ruhlarını, yaratıcılıklarını canlandırın ve o insanlardan bir ordu, barış, huzur, medeniyet ordusu kurun… (s: 119-130)” orduya yönelik bunlara benzer pek çok nutkun olduğu bu kitabı askeri okullara tavsiye eden Atatürk’ü zannımca bizim kışlamız pek dikkate almamış ki 40 yaşından öncekilerin askerlik anıları pek nahoş hatıralarla dolu. Kıyaslamaları sizlerin fehimine havale ediyorum. Daha fazla yorum yapmadan…

Snelman’ın İngilizlerin dünyaya pazarladığı futbol müsabakaları ile ilgili söyledikleri de ilginç. Nüfusunun yarısı fanatik olan bir ülke olduğumuz düşünülürse… Kıyaslanacak pek çok şeyden söz edebiliriz. Finliler de bir zamanlar futbol batağına iyice sardıklarında Snelman onlara: “Sokrat’ın ve meşhur Herkül heykelinin resimlerini araştırıp bulup bunları birbiriyle karşılaştırırsanız Sokrat’ın büstünde bir bilge kafası olduğu gözünüze çarpacaktır. Geniş bir alın; burası beynin olduğu yerdir. Sokrat’ın beyni sanki kafasının içine sığmıyormuş da fırlayacakmış gibi görünmektedir. Herkül heykeline baktığınızda eski Yunan efsane kahramanının güçlü ve kaslı bedeni karşısında şaşırasınız bu güçlü bedeni taşıyan ve adeta bir kütüğü andıran bacaklar, gemi halatına benzeyen kol kasları, geniş omuzlar, geniş bir göğüs kafesi ve manda boyuna benzeyen bir boyun ve küçük bir kafa, dar ve ensiz bir alın. Bütün bunlar güçlü bir bedenin dışa vurumudur. Fakat bu kahraman çok akıllı değildir. Muhteşem bir bedeni olan kuvvetli ve kaslı bir adamdır. Fakat akıl, maneviyat ve zekâ bakımından geridir. Size Sokrat’ın veya Herkül’ün kafasını tercih edin demiyorum. Mandanın güçlü bacaklarını düşünürken Sokrat’ın kafasını da düşünün kafanız koçun kafası gibi sert olmasın. Şu altın kuralı unutmayın ‘her işi zamanında yapın. Çalışma zamanında çalışın; eğlence zamanında eğlenin.’ Finlandiya’nın sadece futbolculara değil; halkı ekonomi, ticaret, sanayi, fikir ve ahlak bakımında yükseltecek insanlara ihtiyacı var. Kültürel olarak geri kalmış olan ve medeni milletlerin hayatının kötü ve olumsuz taraflarını alanları taklit etmeyin. Paris’e gidenler kafeleri keşfediyorlar, Almanya’ya gidenler birahanelerden başlayıp İngiltere’de futbol maçıyla devam ediyorlar. Gözünüz yüksekte olsun Avrupa’da sanat, bilim ve düşünce tapınaklarına gidin. Almanya da ‘Tugendbund’ gibi kuruluşların sıralarını dolduran binlerce genci örnek alın. Maneviyatınızı ve ruhunuzu geliştirmek için çaba gösterin. Şunu unutmayın ki: ‘sağlam kafa sağlam vücutta bulunur’. (bu sözün menşei de pek eskiymiş ) Fin gençleri sizin göreviniz topu daha uzağa ve yükseğe atmak değildir, sizin göreviniz Finlandiya’nın gelişmesini ve halkın ilerlemesini sağlamaktır(s:136-142)...”

Snelman’ın ailelere de hitapta bulunur ve onlara “… Kabahat gençlerde değil, sizde. Sizler gençleri nasıl terbiye ederseniz, onlar da öyle yetişir. Gençlere ne eğitim verdiniz? Hiç. Anneler çamaşır, bulaşık, yemek yapma ve temizlikten başlarını kaldıramıyorlar. Babalar memuriyet, ticaret, dükkân veya fabrika işleriyle meşguller; işten sonra da meyhane ve kulüplerde iskambil oynuyorlar. Çocuklarla ilgilenmeye kimsenin zamanı yok; ayrıca çocuklarla uğraşmak insanı yoran ve usandıran bir iştir... Zaman bulamadıklarında ellerine oyuncak (şimdi cep telefonu), şeker verdikten sonra başlarını okşayarak ‘hadi bir kenara çekilin oynayan’ bu aslında ‘gözümüzün önünden kaybolun da, ne yaparsanız yapın, yeter ki bizi rahatsız' etmeyin demektir... Azarlamak, kızmak bağırmak ve ceza vermekle çocukların saygısını ve sevgisini kazanamazsınız. Çocukların önünde onların size saygı duyacakları şekilde hareket edin ki onlar da sahip olduğunuz meziyetleri görerek sizi sevip saysınlar... Herkes, hayattan fazlasını almak isterken ona bir şey katmak istemiyor. Egoist, istismarcı ve asalak olarak atıldıkları hayatın anlamını başkalarının sırtından geçinmekte arıyorlar. Çocuklarına bu ‘hayat felsefesini’ aşılayanlarsa anne ve babalar! Bu öğüt ve telkinlere büyüyen çocuklar gelecekte egoist, kendini beğenmiş sığ ve ruhsal olarak zayıf olup; ahlaksız ve şehvet düşkünü bireyler olarak toplum hayatına katılmaktadırlar... (s: 143-148).

Snelman köylü, esnaf ve işçilere yönelikte: “… Halkımızın büyük bir kısmının böyle ilkel, cahil ve eğitimsiz kalmasına hiç bir şey yapmadan seyirci kalmak ahlaksızlıktır ve suçtur... Halkın çoğunun eğitimden yoksun bırakılması bir cinayettir. Devletin kendi kendini yıkması, intihar etmesi demektir... Anlayın, lütfen anlayın. Ülkede çalışan ve üretime katkıda bulunan her insan bir değerdir... Ülkede sarhoşların sayısını hesap edin. Eğer halkımız iyi eğitile bilseydi, bu sarhoşların her biri ülkeleri ve insanları için üretime katkıda bulunan bireyler olurdu… (s: 197-198).”

Nüfusu İzmir’in yarısı olan bir ülkenin kalkınma çabası elbette ilham verici lakin benim vurgulamak istediğim nokta bütün bir İslam âleminin reformla dezenforme değil, özüne tam dönmesi meselesidir…

*Hamiyetperver:  Din, millet gibi üstün değerleri koruma gayretinde olan.  Vatan ve milleti için gayret gösteren.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve habergundemim.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.