Fehmi Demirbağ
Köşe Yazarı
Fehmi Demirbağ
 

KOD ADI "BEYAZ HÜZÜN" (4)

Sarıkamış'ı anlatan Beyaz Hüzün isimli sinema filmini anlatmaya devam ediyoruz. Ara ara soluklanarak konu çerçevesinde değişik olayları da anlatımımızın örgüsüne dahil etmeye çalışıyorum. Yönetmen Kenan Korkmaz'la ilgili bilgilendirme yapacağımı da unutmadım elbette. Bakalım kalemimizin mürekkebi bizi hangi yolculuklara çıkartacak. Siz de sabırla okumaya devam edin lütfen. Ha bu arada fırsat bulursanız Walt Disney yapımı Togo isimli bir film var, onu da izlemeye çalışın lütfen. Beyaz Hüzün filmine başka türlü bakacaksınız. Ne demeye çalıştığımı daha iyi anlarsınız. Yani batının sanat, felsefe, sinema, duygu ve endüstri konularını nasıl ele aldığına belki kafa patlatmış oluruz. Sinema tabiri caizse büyülü bir dünyadır. Fotoğrafı, oyuncuyu, müziği, doğayı, ışığı, son dönemlerde de özellikle bilgisayar teknojilerini kullanan sinema hayattan beslenir. Bir bilet alarak dahil olduğunuz bu karanlık ortamdaki oyunda, sinemanın büyülü ışığıyla aydınlanırsınız. (Not düşmek zorundayım. Sprütelizmi kastetmiyorum, şaşırtıcı ve hayranlık uyandıran çocuksu yönünü işaret etmeye çalışıyorum.) 1895 tarihi sinemanın doğum günü olarak kabul edilir. Bugün insanları peşinden sürükleyen ve hayal dünyamızın arka bahçesi olan sinema aynı zamanda dev bir sektördür. İslam topluluklarının konunun önemini bir türlü idrak edemedikleri bir sektör hemi de. Fransız Lumiere Kardeşler sinemayı icat ettikten sonra, o beyaz perdeden ne çok adam ve kadın geçmiştir. Marilyn Monroe, Charlie Chaplin, Marlon Brando, Yılmaz Güney, Kemal Sunal, Türkan Şoray ve diğerleri… Beyoğlu’nda kendi halinde bir sokak olan ‘Yeşilçam’, Türk sinema sektörüne adını vermiştir. Bugün Türk sineması yol kat etmiş olsa da, teknoloji ve prodüksiyon boyutunda dünya sinemasıyla karşılaştırmak doğru bir yaklaşım olmaz. Büyülü bir dünyanın kapılarını ardına kadar açan sinema, her zaman kendi kahramanlarını ortaya çıkartmıştır. Sinemanın başlangıcı her ne kadar 1895 yılı ve Fransız Lumière Kardeşler olarak görülse de bunun öncesi vardır. Bu sinema öncesi döneme ait ilk icat, geçmişi ışığın doğrusal dağılımı, gölgelerin özellikleri, karanlık oda, yansıma, kırılma, gökkuşağı ve harenin oluşumu gibi pek çok temel optik olguyu niceliksel fiziğin matematiğe dayandırılarak açıklayan İbn-i Heysem'e aittir. Yani bugünki yaklaşımla dünyanın ilk bilim adamına... Tarihsel olarak günümüze daha yakın olan icat ise bir çeşit projeksiyon cihazı olan ‘Büyülü Fener’ yani Lanterna Magicea‘dır. Aslında bu şekilde (çocukken oynadığımız) bir silindirin etrafına çizilen resimlerin, silindirin hızlıca çevrilmesiyle hareket ettiği Thaumatrope ve biraz daha gelişmiş hali olan Phenakisticope yaratıldı.Bu aletlerin yanı sıra görüntülerin kaydını kolaylaştıran plastik şerit Laurie Dickson tarafından keşfedildi.Bütün bu gelişmeler, sinemanın icadına büyük katkısı olan iki isim Thomas Alva Edison ve Robert W. Paul’ın işini kolaylaştırmıştır. 1894 yılında ilk pratik kamera olan Kinetograph, Edison tarafından icat edilmiştir. 1895 yılında yine kendisi tarafından görüntülerin hareketli izlenmesin sağlayan bir çeşit dolap şeklindeki Kinetoscope geliştirilmiştir. İcat, kısa süre içerisinde Amerika ve Avrupa’da kullanılmaya başlanmıştır. Kinetoscope’taki görüntülerin daha çok kişiye gösterilmesi için 1895 yılında Robert W. Paul tarafından başka bir projeksiyon makinesi tasarlanmıştır. Böylece ilk basit sinema pek çok kişiye ulaşmıştır. İlk sinemanın altyapısında önemli gelişmeler sağlandıktan sonra Fransız kardeşler, Auguste ve Louise Lumière ilk taşınabilir kamerayı keşfetti ve buna Sinematograf adını verdiler. Daha önceki gelişmelere rağmen neden sinemanın icadı ilk onların ismiyle anılır bilinmez, ama bunda yaptıkları bazı çekimleri Paris’te bulunan Grand Cafe’ de paralı gösterimle sunmaları da etkili olabilir. Bu çekimlerden en çok bilinenler Bir Trenin Gara Girişi, Bir Duvarın Yıkılışı, Islanan Bahçıvan ve Boğa Güreşçisi‘dir. Sinemanın sanat ve ticaret ortamına girişi 1903’de Büyük Soygun (The Great Train Robbery) filmiyle başlamıştır. 1912 yılına kadar sessiz filmler yapılmıştır. 1920 yılında kadar olan süreçte üç önemli gelişme daha vardır. Bunların ilki 1913 yılında Hollywood’un kurulması, ikincisi 1914 yılında ilk Görüntü Sarayı‘nın New York’ta açılması ve sonuncusu da yine 1914 yılında Charlie Chaplin’in Küçük Serseri isimli filmle sessiz sinemaya girmesidir. 1920′ye kadar olan bütün gelişmeler sinemanın sonraki yıllarındaki gelişimini hızlandırmış ve bir sürü yeni sinemacı için kapıları açmıştır. 1939 yılında renkli olarak çekilen Rüzgar Gibi Geçti (Gone with The Wind) filmi çok başarılı olmuştur. Lumière Kardeşlerin filmini ilk defa izlemeye gidenler filmden o kadar etkilenmişlerdir ki, perdede gördükleri trenin yakınlaşmasıyla kendilerine çarpmasından korkarak salondan kaçmışlardır. Bugüne geldiğimizde, Martin Scorsese 2011 yılı yapımı olan filmi Hugo‘da, Trenin Gara Girişi sahnesiyle Lumiere kardeşlerin trenine selam gönderir. Bugün oldukça konforlu salonlarda film izlemenin keyfine varıyoruz. İlk sinema salonu ise Nickelodeon adıyla 1905’de açılmıştır. İnsanlar bu salonda kesintisiz olarak gösterilen filmleri izlemenin keyfini çıkartmaktaydılar. Çok büyük ve etkili bir kitle iletişim aracı olan sinema; göze, kulağa ve kalbe hitap ederken, insana ulaşmanın belki de en kestirme ve güzel yoludur. İyi yapılmış işler, geçmişten bugüne toplumları etkileyip, gerçekten çok daha önemli sanal karakterler ortaya koymuşlardır. Ya biz de sinema tarihte nasıl yerini almıştır? 1885′te Lumiére Kardeşlerin Paris’te ilk film gösterimlerini yapmalarından bir yıl sonra, 1886′da sinema Türkiye’ye de gelmiştir. İlk sinema gösterimi Yıldız Sarayı’nda yapılmıştır. Ancak Türkiye’de sinemanın ilk yılları, yabancı film gösterimleri şeklinde olmuştur. Fuat Uzkınay’ın 1914 yılında çektiği “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” isimli belgesel film, ilk Türk filmi olarak kabul edilmektedir. Cumhuriyete kadar geçen dönemde Birinci Dünya Savaşı ile ilgili haber filmleri ağırlıktadır; bununla birlikte öykülü filmler de çekilmiştir.​ Tiyatro sanatçısı Muhsin Ertuğrul, 1922 yılında kurulan ilk film şirketinin başına getirilmiş ve çektiği filmlerle 1950′ lere kadar Türk sinemasının en önemli ismi olmuştur. Muhsin Ertuğrul sinemasında tiyatronun etkileri açıkça görülmektedir. Otuzu aşkın filmi arasında başlıcaları; Kurtuluş Savaşı’nı konu alan ‘Ateşten Gömlek’ (1923), ilk sesli Türk filmi olan ‘İstanbul Sokakları’ (1931) ve “Bir Millet Uyanıyor”dur (1932). Ertuğrul’un 1933′te çevirdiği ‘Söz Bir Allah Bir’ ile sinemaya adım atan Cahide Sonku ise ilk Türk kadın oyuncusudur. Bir yıl sonra çekilen ‘Aysel Bataklı Damın Kızı’ (1934), Sonku’ya ün getiren filmdir.​ Aslında Türk sineması Türk tiyatrosundan doğarak gelişmiş fakat Türk sinema tarzını ve dilini yaratamamıştır. Bir Fransız ve Rus film tarzından bahsedilebilir. Fakat Türk sinema dili ve tarzından şimdilik bahsetmek mümkün değil. Aynı şekilde Türk sinema platformu ve alanlarında da yetersizlik olduğu bir gerçektir. ​1950′lerden sonra Türk sinemasının tiyatro etkisinden kurtulduğu ve yavaş yavaş bir sinema dilinin oluştuğu görülmektedir. Ömer Lütfi Akad’ın 1952 tarihli ‘Kanun Namına’ adlı filmi; anlatış tarzı, oyuncuları ve çevrildiği mekânlar ile Türk sinemasında bir dönüm noktası olmuştur. Lütfi Akad’la birlikte Metin Erksan, Halit Refiğ, Ertem Göreç, Duygu Sağıroğlu, Nevzat Pesen ve Memduh Ün gibi yönetmenler, daha çok toplumsal sorunlara yönelerek başarılı filmler üretmişlerdir. Metin Erksan’ın yönettiği ‘Susuz Yaz’ (1963), Berlin Film Festivalinde ‘Altın Ayı’ ödülünü alarak uluslararası alanda ilk başarıya ulaşmıştır. 1960′lı yılların sonlarından itibaren televizyonun varlığı sinemayı olumsuz etkilemiştir.  Bir karine olarak düşünün lütfen. Sinema hayal ettirir. Bir milletin kendi hayalleri olmalıdır. Sinemayı beceren toplumların gelişmeleri kaçınılmazdır. Milleti kimliklendirir.  Neyse...Biraz daha ara verelim. Beyaz Hüzün filmi üzeinden sinemayı konuşmaya devam edeceğiz. Bizden ayrılmayın. FEHMİ DEMİRBAĞ
Ekleme Tarihi: 29 Aralık 2019 - Pazar

KOD ADI "BEYAZ HÜZÜN" (4)

Sarıkamış'ı anlatan Beyaz Hüzün isimli sinema filmini anlatmaya devam ediyoruz. Ara ara soluklanarak konu çerçevesinde değişik olayları da anlatımımızın örgüsüne dahil etmeye çalışıyorum. Yönetmen Kenan Korkmaz'la ilgili bilgilendirme yapacağımı da unutmadım elbette. Bakalım kalemimizin mürekkebi bizi hangi yolculuklara çıkartacak. Siz de sabırla okumaya devam edin lütfen. Ha bu arada fırsat bulursanız Walt Disney yapımı Togo isimli bir film var, onu da izlemeye çalışın lütfen. Beyaz Hüzün filmine başka türlü bakacaksınız. Ne demeye çalıştığımı daha iyi anlarsınız. Yani batının sanat, felsefe, sinema, duygu ve endüstri konularını nasıl ele aldığına belki kafa patlatmış oluruz.

Sinema tabiri caizse büyülü bir dünyadır. Fotoğrafı, oyuncuyu, müziği, doğayı, ışığı, son dönemlerde de özellikle bilgisayar teknojilerini kullanan sinema hayattan beslenir. Bir bilet alarak dahil olduğunuz bu karanlık ortamdaki oyunda, sinemanın büyülü ışığıyla aydınlanırsınız. (Not düşmek zorundayım. Sprütelizmi kastetmiyorum, şaşırtıcı ve hayranlık uyandıran çocuksu yönünü işaret etmeye çalışıyorum.) 1895 tarihi sinemanın doğum günü olarak kabul edilir. Bugün insanları peşinden sürükleyen ve hayal dünyamızın arka bahçesi olan sinema aynı zamanda dev bir sektördür. İslam topluluklarının konunun önemini bir türlü idrak edemedikleri bir sektör hemi de.
Fransız Lumiere Kardeşler sinemayı icat ettikten sonra, o beyaz perdeden ne çok adam ve kadın geçmiştir. Marilyn Monroe, Charlie Chaplin, Marlon Brando, Yılmaz Güney, Kemal Sunal, Türkan Şoray ve diğerleri…

Beyoğlu’nda kendi halinde bir sokak olan ‘Yeşilçam’, Türk sinema sektörüne adını vermiştir. Bugün Türk sineması yol kat etmiş olsa da, teknoloji ve prodüksiyon boyutunda dünya sinemasıyla karşılaştırmak doğru bir yaklaşım olmaz. Büyülü bir dünyanın kapılarını ardına kadar açan sinema, her zaman kendi kahramanlarını ortaya çıkartmıştır.

Sinemanın başlangıcı her ne kadar 1895 yılı ve Fransız Lumière Kardeşler olarak görülse de bunun öncesi vardır. Bu sinema öncesi döneme ait ilk icat, geçmişi ışığın doğrusal dağılımı, gölgelerin özellikleri, karanlık oda, yansıma, kırılma, gökkuşağı ve harenin oluşumu gibi pek çok temel optik olguyu niceliksel fiziğin matematiğe dayandırılarak açıklayan İbn-i Heysem'e aittir. Yani bugünki yaklaşımla dünyanın ilk bilim adamına...

Tarihsel olarak günümüze daha yakın olan icat ise bir çeşit projeksiyon cihazı olan ‘Büyülü Fener’ yani Lanterna Magicea‘dır.

Aslında bu şekilde (çocukken oynadığımız) bir silindirin etrafına çizilen resimlerin, silindirin hızlıca çevrilmesiyle hareket ettiği Thaumatrope ve biraz daha gelişmiş hali olan Phenakisticope yaratıldı.Bu aletlerin yanı sıra görüntülerin kaydını kolaylaştıran plastik şerit Laurie Dickson tarafından keşfedildi.Bütün bu gelişmeler, sinemanın icadına büyük katkısı olan iki isim Thomas Alva Edison ve Robert W. Paul’ın işini kolaylaştırmıştır. 1894 yılında ilk pratik kamera olan Kinetograph, Edison tarafından icat edilmiştir. 1895 yılında yine kendisi tarafından görüntülerin hareketli izlenmesin sağlayan bir çeşit dolap şeklindeki Kinetoscope geliştirilmiştir. İcat, kısa süre içerisinde Amerika ve Avrupa’da kullanılmaya başlanmıştır. Kinetoscope’taki görüntülerin daha çok kişiye gösterilmesi için 1895 yılında Robert W. Paul tarafından başka bir projeksiyon makinesi tasarlanmıştır. Böylece ilk basit sinema pek çok kişiye ulaşmıştır.

İlk sinemanın altyapısında önemli gelişmeler sağlandıktan sonra Fransız kardeşler, Auguste ve Louise Lumière ilk taşınabilir kamerayı keşfetti ve buna Sinematograf adını verdiler. Daha önceki gelişmelere rağmen neden sinemanın icadı ilk onların ismiyle anılır bilinmez, ama bunda yaptıkları bazı çekimleri Paris’te bulunan Grand Cafe’ de paralı gösterimle sunmaları da etkili olabilir. Bu çekimlerden en çok bilinenler Bir Trenin Gara Girişi, Bir Duvarın Yıkılışı, Islanan Bahçıvan ve Boğa Güreşçisi‘dir.

Sinemanın sanat ve ticaret ortamına girişi 1903’de Büyük Soygun (The Great Train Robbery) filmiyle başlamıştır. 1912 yılına kadar sessiz filmler yapılmıştır. 1920 yılında kadar olan süreçte üç önemli gelişme daha vardır. Bunların ilki 1913 yılında Hollywood’un kurulması, ikincisi 1914 yılında ilk Görüntü Sarayı‘nın New York’ta açılması ve sonuncusu da yine 1914 yılında Charlie Chaplin’in Küçük Serseri isimli filmle sessiz sinemaya girmesidir. 1920′ye kadar olan bütün gelişmeler sinemanın sonraki yıllarındaki gelişimini hızlandırmış ve bir sürü yeni sinemacı için kapıları açmıştır. 1939 yılında renkli olarak çekilen Rüzgar Gibi Geçti (Gone with The Wind) filmi çok başarılı olmuştur.

Lumière Kardeşlerin filmini ilk defa izlemeye gidenler filmden o kadar etkilenmişlerdir ki, perdede gördükleri trenin yakınlaşmasıyla kendilerine çarpmasından korkarak salondan kaçmışlardır. Bugüne geldiğimizde, Martin Scorsese 2011 yılı yapımı olan filmi Hugo‘da, Trenin Gara Girişi sahnesiyle Lumiere kardeşlerin trenine selam gönderir.

Bugün oldukça konforlu salonlarda film izlemenin keyfine varıyoruz. İlk sinema salonu ise Nickelodeon adıyla 1905’de açılmıştır. İnsanlar bu salonda kesintisiz olarak gösterilen filmleri izlemenin keyfini çıkartmaktaydılar.

Çok büyük ve etkili bir kitle iletişim aracı olan sinema; göze, kulağa ve kalbe hitap ederken, insana ulaşmanın belki de en kestirme ve güzel yoludur. İyi yapılmış işler, geçmişten bugüne toplumları etkileyip, gerçekten çok daha önemli sanal karakterler ortaya koymuşlardır.

Ya biz de sinema tarihte nasıl yerini almıştır?
1885′te Lumiére Kardeşlerin Paris’te ilk film gösterimlerini yapmalarından bir yıl sonra, 1886′da sinema Türkiye’ye de gelmiştir. İlk sinema gösterimi Yıldız Sarayı’nda yapılmıştır.

Ancak Türkiye’de sinemanın ilk yılları, yabancı film gösterimleri şeklinde olmuştur. Fuat Uzkınay’ın 1914 yılında çektiği “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” isimli belgesel film, ilk Türk filmi olarak kabul edilmektedir. Cumhuriyete kadar geçen dönemde Birinci Dünya Savaşı ile ilgili haber filmleri ağırlıktadır; bununla birlikte öykülü filmler de çekilmiştir.​

Tiyatro sanatçısı Muhsin Ertuğrul, 1922 yılında kurulan ilk film şirketinin başına getirilmiş ve çektiği filmlerle 1950′ lere kadar Türk sinemasının en önemli ismi olmuştur. Muhsin Ertuğrul sinemasında tiyatronun etkileri açıkça görülmektedir. Otuzu aşkın filmi arasında başlıcaları; Kurtuluş Savaşı’nı konu alan ‘Ateşten Gömlek’ (1923), ilk sesli Türk filmi olan ‘İstanbul Sokakları’ (1931) ve “Bir Millet Uyanıyor”dur (1932). Ertuğrul’un 1933′te çevirdiği ‘Söz Bir Allah Bir’ ile sinemaya adım atan Cahide Sonku ise ilk Türk kadın oyuncusudur. Bir yıl sonra çekilen ‘Aysel Bataklı Damın Kızı’ (1934), Sonku’ya ün getiren filmdir.​
Aslında Türk sineması Türk tiyatrosundan doğarak gelişmiş fakat Türk sinema tarzını ve dilini yaratamamıştır. Bir Fransız ve Rus film tarzından bahsedilebilir. Fakat Türk sinema dili ve tarzından şimdilik bahsetmek mümkün değil. Aynı şekilde Türk sinema platformu ve alanlarında da yetersizlik olduğu bir gerçektir.
​1950′lerden sonra Türk sinemasının tiyatro etkisinden kurtulduğu ve yavaş yavaş bir sinema dilinin oluştuğu görülmektedir. Ömer Lütfi Akad’ın 1952 tarihli ‘Kanun Namına’ adlı filmi; anlatış tarzı, oyuncuları ve çevrildiği mekânlar ile Türk sinemasında bir dönüm noktası olmuştur. Lütfi Akad’la birlikte Metin Erksan, Halit Refiğ, Ertem Göreç, Duygu Sağıroğlu, Nevzat Pesen ve Memduh Ün gibi yönetmenler, daha çok toplumsal sorunlara yönelerek başarılı filmler üretmişlerdir. Metin Erksan’ın yönettiği ‘Susuz Yaz’ (1963), Berlin Film Festivalinde ‘Altın Ayı’ ödülünü alarak uluslararası alanda ilk başarıya ulaşmıştır.
1960′lı yılların sonlarından itibaren televizyonun varlığı sinemayı olumsuz etkilemiştir. 
Bir karine olarak düşünün lütfen. Sinema hayal ettirir. Bir milletin kendi hayalleri olmalıdır. Sinemayı beceren toplumların gelişmeleri kaçınılmazdır. Milleti kimliklendirir. 
Neyse...Biraz daha ara verelim. Beyaz Hüzün filmi üzeinden sinemayı konuşmaya devam edeceğiz.
Bizden ayrılmayın.

FEHMİ DEMİRBAĞ

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve habergundemim.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.