Bilal Dursun Yılmaz
Köşe Yazarı
Bilal Dursun Yılmaz
 

Nereden bakmalıyız/5

Mesuliyet…/ ye diye vermedim, tut diye verdim / manevi materyalizm… Bugün oradan, buradan, bizden bir şeyler yazacağım, zaten hep bizden yazıyorum gerçi… Geçen gün bir dostumla beraber birkaç saat hasbihal ettik, ruhi ve fikri yaralarımızdan konuştuk, dermanlar aradık, pek çok şeyde bir dönüşümün eşiğinde olduğumuzdan bahsettik. Döndük, dolaştık dil mevzuuna geldik. Evet, birkaç haftadır Haber Gündemim’de yazıyorum yazılarımı okuyan bazı mesai arkadaşlarım, yakın dostlarım yazılarımdaki kullandığım dili eleştirerek “abi bazı kelimeleri anlamıyoruz, neden ısrarla her yazında Arapça ya da Farsça kökenli kelimeler kullanıyorsun” şeklinde doğrudan durumu şahsıma iletiyorlar. Matuf kaldığım bu eleştirilere dilim döndüğünce açıklama yapmaya çalışıyorum. Elbette önce şunu tüm samimiyetimle ifade edeyim ki yazılarımda illa da ancak sözlükte aranırsa bulunsun kabilinden bir kelime seçmeye çalışmıyorum. Yazdıklarım bana o kadar doğal geliyor ki ben o kelimenin anlaşılamayacağını düşünmüyorum bile, daha doğrusu yazarken konuyu düşünüyorum kelimeleri değil.  Müsaadenizle başlıktaki konulara gireyim. Geçen hafta sonu misafirim olan arkadaşımla dertleşirken konu döndü dolaştı dile, dilin kullanımına geldi ve bana “abi ya lise talebesi birisi bana ‘abi mesuliyet ne demek’ diye soruyor, şaşırdım kaldım” dedi. Ben yazarken yazının girişinde bulunan şu “mesuliyet” kelimesini kullanırken bu yazıyı okuyanların bu kelimeyi anlamayabileceğine şahsen ihtimal vermem, veremem. Ama işte canlı şahit, adam lise talebesinin bu kelimenin manasını bilmediğini söylüyor. Şimdi soru şu: yazarlar, çizerler, entelektüeller, tolumun gelişimine katkı mı sağlamalı, toplumu bir basamak yukarı mı çekmeli, yerinde mi saydırmalı, geri mi itmeli? Evet, okurken şunu içinizden söylediğinizi duyar gibiyim “ne alaka, Arapça bir kelime kullanmak mı basamak çıkarıyor, ne saçama” evet, haklısınız. Fakat ben bunu iddia etmiyorum. Yazmak yazanın ufkunu gösterir ve tabiiki okuyanında. Yazı kelimelerle oluşur. Kelimeler kişinin her şeyini açığa çıkarır. Yurt dışında bulunduğum bir dönemde bana “Mojna’yı bil yeter, her yerde işini görür” demişlerdi. Mojna, Rusça da “mümkün” anlamında bir kelimeydi. Türkçe de ki “uygun” gibi. Adam müsait için, muvafık için, mutabık için, münasip için bir “uygun” diyor bitti. Peki, bu dört kelimenin karşılığında sadece “uygun” demek yeterli mi sanki aynı anlamdaymış gibi görünen bu durum sizce aynı mı, anlamda bir nüans farkı yok mu? Yani “mutabık kaldık” ile “uygun bulduk” siz de hiç farklı bir bekraundu düşündürmüyor mu? Ben de düşündürüyor mutabık kalmak bir fiilin neticesinde anlaşmaya varmakken, uygun bulmak bir fiil gerektirmiyor. Mutabık kalana kadar belki tartıştık, dövüştük neticede bir orta yol bulduk gibi bir arka planı düşündürürken, gördük beğendik uygun bulduk cümlesinin arka planında ise bir şeyi yerinde bulmak, uygun bulmak gibi tartışmasız bir kabullenmeden söz edilmektedir. Şimdi bu basit örnekten kelimelerin insan diyalektiğine kattığı anlamın önemini ifade etmeye çalıştım. Bilmiyorum anlatabildim mi? Kısacası kelimeler bana göre tefekküre açılan kapılardır. Hele günümüzde artık Twiter’in 140 karakterini (280 olmuş) bile çok bulup Emojilerle bütün iletişimini sağlayan nesillere doğru hızla evrilirken benim fıtri şekilde yazarken yaptığımı birileri kasıtlı yapılmalı ve insanların kelimler üzerinde düşünmesi sağlanmalıdır. Eğer durum değişmese yarın, bugün konuştuğumuz kelimeleri anlamayan nesillerimizden biz “mesulüz”. *** Arife günü kalabalık bir berber ortamında insanlar yaptıkları işlerden, kazandıkları paralardan konuşuyordular. Ben de bir işim münasebetiyle oradayken tanıdık bir arkadaşa rast geldim. Arkadaş saçını kestirdi işi bitti mekândan beraber çıktık beni eve bırakacaktı, tanıdığım arkadaş konuşkan biri olmasına rağmen eve gelene kadar sessizliğini hiç bozmadı. Sessizliği ben bozarak laf olsun diye “yarın bayram heyecanlı mısın” diye sordum, “yok abi ya ne heyecanı para yok” dedi ve ekledi “biz çocukken dört kardeştik babamızın parası yoktu ama mutluyduk” ben de söze girip “demek ki mutlu olmak için para olması şart değil” dedim. Sonra adam aylığını söyledi, altındaki arabaya baktım. Benim arabam yok, aylığımda onunkinin üçte biri. Ona göre ben boşa ömrünü tüketen biriyim. Bana baktığında, onda bunu hissediyordum. Söylemleri hep bunu çağrıştırıyordu. Çok daha fazla kazanınca çok daha fazla mutlu olacağına kendini o kadar inandırmıştı ki, kendisinden çok kazananları görünce içten içe kahrolup, içi geçmişti. Sessizliği bundandı. Ek iş yapmayı araştırıyordu. Baktım ve acıdım bu hale. Aslında o arkadaşım toplumun kahir ekserini temsil eden müşahhas bir örnekti. Oysa gerçekten dert edinilecek o kadar güzel dertler var ki ama adam dertsizliği dert emiş buna çare arıyordu. *** Bayramın birinci günü bir ziyaretteydim. Hafta sonu oğlunu evlendirecek ailenin annesi konuşuyordu altın fiyatlarının aşırı artmış olması onu biraz korkutmuş, tedirgin olmuştu. Önceden altın taktığı kişiler ya altın getiremezse bunu hiç kabullenmek istemiyordu arayıp onlara şunu diyecekti “ye diye vermedim, tut diye verdim” benim için garip olan bu durum toplumumuzun bir gerçeğiydi. Evet, gerçek dünyamız bunlardan ibaret, gerçekten ibretlik ki ne ibretlik bir hayattayız. Oysaki ben düğün yaparken neyi hayal etmiştim. Mümkün olsa da tüm sevdiklerime gelebilmeleri için bir bilet göndersem, onlarla birlikte makul şartlarda yesem içsem vakit geçirsem benim için düğün buydu ama toplumda durum çok farklıymış hem de epeydir böyleymiş. 10 yıl yurtdışında kalınca gözümden kaçan çok önemli bir kültürümüze (!) epey cahil kalmışım. “ye diye vermedim, tut diye verdim”. *** Kurban şartları ben de tahakkuk etmediği için bana vacip olmayan bu ibadeti geniş ailem gerçekleştirdi. Kurbanı çiftlikten aldılar, her hizmeti yapılıp etleri kasalarda bize teslim ettiler. Yaklaşık 150 civarı büyükbaş hayvan kurban edildi tabiiki sırayla. Ve bizim sıramız gelene kadar 5 saat falan bekledik. Gördüğüm maneviyat değil tam bir materyaldi. Burada verilen hizmeti veya sistemi eleştirmiyorum belki şartlar bunu gerektiriyor bilmiyorum ama insanların ruh hali, olaya yaklaşımı, duruşu bana içi boşaltılmış, maneviyatsızlaştırılmış bir maddiyat mücadelesi şeklinde görülüyordu. Bir ironi yaparsan manevi materyalizm derim… *** Bayramların en güzel sözü, bunu çok severim ilk olarak köyümde duymuştum “dayıma bugünlere gelesin” dayım değil daima fakat işte atalarımızın ağzına öyle yerleşmiş dayıma bugünlere inşallah…
Ekleme Tarihi: 25 Ağustos 2018 - Cumartesi

Nereden bakmalıyız/5

Mesuliyet…/ ye diye vermedim, tut diye verdim / manevi materyalizm…
Bugün oradan, buradan, bizden bir şeyler yazacağım, zaten hep bizden yazıyorum gerçi… Geçen gün bir dostumla beraber birkaç saat hasbihal ettik, ruhi ve fikri yaralarımızdan konuştuk, dermanlar aradık, pek çok şeyde bir dönüşümün eşiğinde olduğumuzdan bahsettik. Döndük, dolaştık dil mevzuuna geldik. Evet, birkaç haftadır Haber Gündemim’de yazıyorum yazılarımı okuyan bazı mesai arkadaşlarım, yakın dostlarım yazılarımdaki kullandığım dili eleştirerek “abi bazı kelimeleri anlamıyoruz, neden ısrarla her yazında Arapça ya da Farsça kökenli kelimeler kullanıyorsun” şeklinde doğrudan durumu şahsıma iletiyorlar. Matuf kaldığım bu eleştirilere dilim döndüğünce açıklama yapmaya çalışıyorum. Elbette önce şunu tüm samimiyetimle ifade edeyim ki yazılarımda illa da ancak sözlükte aranırsa bulunsun kabilinden bir kelime seçmeye çalışmıyorum. Yazdıklarım bana o kadar doğal geliyor ki ben o kelimenin anlaşılamayacağını düşünmüyorum bile, daha doğrusu yazarken konuyu düşünüyorum kelimeleri değil. 
Müsaadenizle başlıktaki konulara gireyim. Geçen hafta sonu misafirim olan arkadaşımla dertleşirken konu döndü dolaştı dile, dilin kullanımına geldi ve bana “abi ya lise talebesi birisi bana ‘abi mesuliyet ne demek’ diye soruyor, şaşırdım kaldım” dedi. Ben yazarken yazının girişinde bulunan şu “mesuliyet” kelimesini kullanırken bu yazıyı okuyanların bu kelimeyi anlamayabileceğine şahsen ihtimal vermem, veremem. Ama işte canlı şahit, adam lise talebesinin bu kelimenin manasını bilmediğini söylüyor.
Şimdi soru şu: yazarlar, çizerler, entelektüeller, tolumun gelişimine katkı mı sağlamalı, toplumu bir basamak yukarı mı çekmeli, yerinde mi saydırmalı, geri mi itmeli? Evet, okurken şunu içinizden söylediğinizi duyar gibiyim “ne alaka, Arapça bir kelime kullanmak mı basamak çıkarıyor, ne saçama” evet, haklısınız. Fakat ben bunu iddia etmiyorum. Yazmak yazanın ufkunu gösterir ve tabiiki okuyanında. Yazı kelimelerle oluşur. Kelimeler kişinin her şeyini açığa çıkarır. Yurt dışında bulunduğum bir dönemde bana “Mojna’yı bil yeter, her yerde işini görür” demişlerdi. Mojna, Rusça da “mümkün” anlamında bir kelimeydi. Türkçe de ki “uygun” gibi. Adam müsait için, muvafık için, mutabık için, münasip için bir “uygun” diyor bitti. Peki, bu dört kelimenin karşılığında sadece “uygun” demek yeterli mi sanki aynı anlamdaymış gibi görünen bu durum sizce aynı mı, anlamda bir nüans farkı yok mu? Yani “mutabık kaldık” ile “uygun bulduk” siz de hiç farklı bir bekraundu düşündürmüyor mu? Ben de düşündürüyor mutabık kalmak bir fiilin neticesinde anlaşmaya varmakken, uygun bulmak bir fiil gerektirmiyor. Mutabık kalana kadar belki tartıştık, dövüştük neticede bir orta yol bulduk gibi bir arka planı düşündürürken, gördük beğendik uygun bulduk cümlesinin arka planında ise bir şeyi yerinde bulmak, uygun bulmak gibi tartışmasız bir kabullenmeden söz edilmektedir. Şimdi bu basit örnekten kelimelerin insan diyalektiğine kattığı anlamın önemini ifade etmeye çalıştım. Bilmiyorum anlatabildim mi? Kısacası kelimeler bana göre tefekküre açılan kapılardır. Hele günümüzde artık Twiter’in 140 karakterini (280 olmuş) bile çok bulup Emojilerle bütün iletişimini sağlayan nesillere doğru hızla evrilirken benim fıtri şekilde yazarken yaptığımı birileri kasıtlı yapılmalı ve insanların kelimler üzerinde düşünmesi sağlanmalıdır. Eğer durum değişmese yarın, bugün konuştuğumuz kelimeleri anlamayan nesillerimizden biz “mesulüz”.
***
Arife günü kalabalık bir berber ortamında insanlar yaptıkları işlerden, kazandıkları paralardan konuşuyordular. Ben de bir işim münasebetiyle oradayken tanıdık bir arkadaşa rast geldim. Arkadaş saçını kestirdi işi bitti mekândan beraber çıktık beni eve bırakacaktı, tanıdığım arkadaş konuşkan biri olmasına rağmen eve gelene kadar sessizliğini hiç bozmadı. Sessizliği ben bozarak laf olsun diye “yarın bayram heyecanlı mısın” diye sordum, “yok abi ya ne heyecanı para yok” dedi ve ekledi “biz çocukken dört kardeştik babamızın parası yoktu ama mutluyduk” ben de söze girip “demek ki mutlu olmak için para olması şart değil” dedim.
Sonra adam aylığını söyledi, altındaki arabaya baktım. Benim arabam yok, aylığımda onunkinin üçte biri. Ona göre ben boşa ömrünü tüketen biriyim. Bana baktığında, onda bunu hissediyordum. Söylemleri hep bunu çağrıştırıyordu. Çok daha fazla kazanınca çok daha fazla mutlu olacağına kendini o kadar inandırmıştı ki, kendisinden çok kazananları görünce içten içe kahrolup, içi geçmişti. Sessizliği bundandı. Ek iş yapmayı araştırıyordu. Baktım ve acıdım bu hale. Aslında o arkadaşım toplumun kahir ekserini temsil eden müşahhas bir örnekti. Oysa gerçekten dert edinilecek o kadar güzel dertler var ki ama adam dertsizliği dert emiş buna çare arıyordu.
***
Bayramın birinci günü bir ziyaretteydim. Hafta sonu oğlunu evlendirecek ailenin annesi konuşuyordu altın fiyatlarının aşırı artmış olması onu biraz korkutmuş, tedirgin olmuştu. Önceden altın taktığı kişiler ya altın getiremezse bunu hiç kabullenmek istemiyordu arayıp onlara şunu diyecekti “ye diye vermedim, tut diye verdim” benim için garip olan bu durum toplumumuzun bir gerçeğiydi. Evet, gerçek dünyamız bunlardan ibaret, gerçekten ibretlik ki ne ibretlik bir hayattayız. Oysaki ben düğün yaparken neyi hayal etmiştim. Mümkün olsa da tüm sevdiklerime gelebilmeleri için bir bilet göndersem, onlarla birlikte makul şartlarda yesem içsem vakit geçirsem benim için düğün buydu ama toplumda durum çok farklıymış hem de epeydir böyleymiş. 10 yıl yurtdışında kalınca gözümden kaçan çok önemli bir kültürümüze (!) epey cahil kalmışım. “ye diye vermedim, tut diye verdim”.
***
Kurban şartları ben de tahakkuk etmediği için bana vacip olmayan bu ibadeti geniş ailem gerçekleştirdi. Kurbanı çiftlikten aldılar, her hizmeti yapılıp etleri kasalarda bize teslim ettiler. Yaklaşık 150 civarı büyükbaş hayvan kurban edildi tabiiki sırayla. Ve bizim sıramız gelene kadar 5 saat falan bekledik. Gördüğüm maneviyat değil tam bir materyaldi. Burada verilen hizmeti veya sistemi eleştirmiyorum belki şartlar bunu gerektiriyor bilmiyorum ama insanların ruh hali, olaya yaklaşımı, duruşu bana içi boşaltılmış, maneviyatsızlaştırılmış bir maddiyat mücadelesi şeklinde görülüyordu. Bir ironi yaparsan manevi materyalizm derim…
***
Bayramların en güzel sözü, bunu çok severim ilk olarak köyümde duymuştum “dayıma bugünlere gelesin” dayım değil daima fakat işte atalarımızın ağzına öyle yerleşmiş dayıma bugünlere inşallah…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve habergundemim.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.